21 Mayıs 2012 Pazartesi

Yolculuğun En Büyük Sürprizi: Cenova



Roma, Floransa, Pisa çok güzel. Ama haklarında o kadar çok konuşuluyor, o kadar çok şey duyuluyor ki neyle karşılaşacağınızı bilerek gidiyorsunuz. Her yerde binlerce turistle birlikte dolaşıyorsunuz. Japonlar sanki Avrupa’yı istila etmek için gelmişler. (Hatta belki de bir gün adalardan oluşan ülkeleri sular altında kalır diye dünyanın dört bir tarafına dağılıp kendilerine yeni ülke seçiyorlar. J) O kadar çok Türk var ki bazen kendinizi nerdeyse Türkiye’de hissediyorsunuz. Buralarda yaşadığınız duygu, “Evet, Roma’dayım”, ya da “Pisa Kulesi’ni ben de gördüm” duygusu oluyor. Ama Cenova bambaşka. Biz, gerçek İtalya’yı Cenova’da yaşadık.

Gezinin son günlerini baştan tam olarak planlamadığımız için buradaki kalacak yeri Floransa’da ayarlamıştık. Son ana kaldığı ve çok araştırma şansımız olmadığı için seçeneğimiz de beklentimiz de sınırlıydı. Cenova’ya vardığımızda geceydi. Yine istasyona yakın, Mini Otel diye bir yerde kaldık. İstasyondan biraz uzun bir yürüyüşle ulaştığımız otel limana yakın, pek tekin olmayan bir sokakta bulunuyordu. Resepsiyondaki görevliyi görene kadar biraz ürktüm. Ama gecenin bir yarısı tekinsiz bir kentin tekinsiz bir sokağında bilmediğimiz bir otelde karşılaştığımız kadın görevlinin beni çok rahatlattığını söylemeliyim.

Eşyaları bırakıp çıktık, hemen deniz kenarına gittik. “Porto Antico” denen Antik Liman’da kocaman bir korsan gemisiyle karşılaştık. Sonradan öğrendiğime göre bu gemi Roman Polanski’nin Pirates filminde kullanılan bir korsan gemisiymiş. Kesinlikle ilham verici!

Limanda yaptığımız gezinti, korsan gemisinin uyandırdığı ilk izlenimi pekiştirecek türdendi. Liman boyunca sıralanmış meyhanelerde gruplar halinde oturup içki içen erkekler. İçlerinde hiç kadın yok, dışarıdaysa tek tük var. Sanki deniz kıyısındaki meyhanelerde oturan o erkekler birazdan korsan gemilerine atlayıp Akdeniz’e açılacak gibiydi. Cenova’ya ilk adım attığım andan itibaren istasyonda ve sokaklarda gördüğüm, İtalya’nın diğer yerlerindekilere değil, ama birbirlerine benzeyen, karakteristik bir yüz şekline sahip kadınlar da bu korsan denizcilerin karıları olmalıydı.    

Evet, Cenova benim gözümde yüzyılların ötesinden bugüne uzanan bir korsan şehri olarak canlandı. Bu şehrin tekinsizliğini sevdim galiba ben en çok. Denizcilerin maço kültürünü hissettim orda. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, Cenevizli denizcilerin ruhunu hissettim. Bir zamanlar bir kaptan, “ruhu olan şehirleri severim ben” demişti, ben de severim. Cenova’nın gerçekten bir ruhu vardı. Tarihten aldığı güçle hala yaşayan bir ruh.

Gece ıssız sokaklarda sigara parası isteyen dilenciler, pantolonlarımızın paçasından tırmanmaya çalışacak kadar evcilleşmiş(!) fareler, gecenin bi yarısı otelin önünde kavga eden gençler... Hem gerçek İtalya'yı gördük biz Cenova’da, hem de tarihi kokladık gerçek anlamda.

Limanda karnımızı doyurmak için oturduğumuz pizzacı o kadar gerçek, o kadar İtalyandı ki. Aslında İtalyanlar için pizzanın bizdeki lahmacun gibi olduğunu farkettim orda. Dükkân epey kalabalıktı ve bizim dışımızdaki müşterilerin hepsi yerliydi. Pizza ustaları aynı bizim lahmacun ustalarına benziyorlardı. Pesto soslu pizza, makarna ve kötü şaraptan oluşan yemeğimizi yedik, uzun uzun çalışanını fırçalayan sert dükkân sahibini hesap için epey bekledik ve kazıklanıp kalktık. Ama yine de Cenova’da başımıza gelen en kötü şeyin kazıklanmak olması, bize kendimizi şanslı hissettirdi. J

Ertesi gün ilk iş olarak, oteldeki görevlinin önerisiyle Nervi’ye gittik. Nervi şehrin biraz dışında, merkez istasyondan trenle ulaşılabilen, zenginlerin yaşadığı bir semtti. Oraya yaptığımız yolculuk Cenova’nın tarihinin ipuçlarını serdi önümüze. Sırtını arkasındaki dik dağlara yaslamış, yüzünü Akdeniz’e dönmüş korunaklı bir liman. İzlerini ara sokaklarında gizlemiş 1000 yıllık (belki daha eski) bir tarih. İtalya’ya geldiğimizden beri içinde dolaşmak için ilk defa tren ve otobüs kullanmaya mecbur kaldığımız büyüklükte modern bir şehir.

Nervi cennet gibiydi. Trenden inince lüks evlerin bulunduğu arka sokaklarda zaman kaybetmek yerine, istasyona yakın kafede kahve içip bir şeyler atıştırarak kendimizi deniz kıyısına attık. Akdeniz’e tepeden bakan daracık yürüyüş yolunda, Roma’dan beri ilk defa bizi ısıtan sıcacık güneşin altında saatlerce yürüyüş yaptık. Nefisti. Aslında Nervi anlatılacak gibi değildi. Belki de anlatılmaz yaşanır cümlesinin cisimleşmiş haliydi.

Nervi’den sonraki durağımız şehrin turistik mezarlığı olacaktı, olamadı. İtalya’ya geldiğimizden beri ilk defa kaybolduk. Dönüş yolunda trenden indiğimiz ara durakta, mezarlığa gitmek isterken ters yöne giden otobüse bindik. Bir durak sonra fark edip indiğimizde, gezinin ikinci sürpriziyle karşılaştık: Palazzo Ducale Fondazione per la Cultura’da daha başlayalı bir hafta olmamış bir Van Gogh sergisi. Kısa bir kararsızlıktan sonra bu fırsatı değerlendirmemiz gerektiği sonucuna vardık ve kendimizi sergiye attık. Aslında ben Cenova’da geçireceğimiz bu kadar kısa süreyi sergi gezerek harcamak istediğimden emin değildim, biraz da arkadaşımızın ısrarıyla sergiye girmeyi kabul ettim. Ama kısa sürede yanıldığımı anladım. Van Gogh’un ilginç fırça tekniğini ve parlak canlı renklerini unutamadığım harika resimlerine âşık oldum! Sergide Van Gogh’un yanı sıra Gauguin, Monet, Edwin Church, Kandinsky ve daha birçok ressamın resimleri vardı. Arasak bulamayacağımız bir sergiyi Cenova’da kaybolmuşken bulmak bizim için muhteşem bir deneyim oldu.

Sergiden sonra otobüsü doğrultup anıtsal heykelleriyle meşhur, Avrupa'nın en büyük mezarlıklarından biri olan Staglieno Mezarlığı'nı (Cimitero Monumentale di Staglieno) bulduk. Uçsuz bucaksız mezarlık gerçekten inanılmazdı. Girişteki uzun galeriler heykellerle, çiçeklerle ve mumlarla kaplıydı. Bahçesi göz alabildiğine süslü mezarlarla doluydu. Muhtemelen kentin mezarlığına yapılan yatırım ve harcanan emek, Türkiye’de insanların yaşadığı çoğu bölgeye yapılandan fazlaydı. Zaten daha mezarlığa girmeden dışarıdaki çiçekçi bolluğundan içerde neyle karşılaşacağımız az çok anlaşılıyordu. Devasa heykellerle ve kucak kucak çiçeklerle süslenmiş bu mezarlık, kesinlikle ününü hak ediyordu.

Mezarlıktan sonra sırada Castelletto vardı. Tekrar otobüse binerek yaşlı bir İtalyan teyzenin tarifiyle eski şehre doğru yollandık. Epey bir yol gittikten sonra kadının “galeri” diye söz ettiği tüneli gördük. Otobüste yol sorduğumuz adamsa bizi indiğimiz duraktan Castellito’ya çıkacağımız asansöre kadar götürdü. Siena’daki yürüyen merdiven macerasından sonra bu sefer asansörle çıktığımız tepede müthiş bir kuşbakışı Cenova manzarasına ulaştık. Güneşin son ışıklarının bahşettiği manzarayı izledikten sonra bu sefer merdivenlerden yürüyerek aşağı indik. Yorulana kadar Cenova’nın daracık tarihi sokaklarında dolaştık. UNESCO tarafından koruma altına alınmış sokakları, binaları gezdik. Tabii ki “Avrupa’nın en büyük suriçi tarihi şehir merkezi” olduğu söylenen bölgeyi o kadar kısa sürede tamamen gezdiğimizi iddia edemem. Ama yine de Cenova’da az zamanda çok yer görmeyi başardığımızı söyleyebilirim. Aynı gün içinde kentin denizinin, sanatının, tarihinin, hatta ölümünün tadına bakabildik. Bütün bir gün süren koşturmanın ardından iyice yorulduğumuzda otelimize de epey yaklaşmıştık.

Cenova, her şeyin ötesinde, otelimizin bulunduğu sokakta genç bir Çinli kadının dükkanından aldığım triko elbiseyle de aklımda yer etti. Daha doğrusu benim için o kadar özel olmuş bir şehirden böyle bir hatırayla ayrılmak beni mutlu etti. O kadar dar zamana vitrinde gördüğüm elbiseyi deneyip beğenip alma becerisini nasıl gösterdiğimi bilmiyorum. İngilizce bilmeyen Çinli kadının bir daha asla görmeyeceği müşterisine doğru elbiseyi satmak için gösterdiği çabayı ve el kol hareketleriyle beni doğru elbiseye yönlendirebilme becerisini ise unutamıyorum. Hepsinin ötesinde, Çin’de üretilen ve Cenova’da satılan bir elbisenin benimle birlikte Venedik ve Viyana’yı, ardından arkadaşımın nikahı için gittiğim Paris’i görüp yolculuğuna Türkiye’de son vermesi, bir zamanlar denizlerde fırtınalar estiren Cenovalı korsanların geleceğin dünyası hakkında hayal edebilecekleri bir şey miydi, hala düşünüyorum.

İtalya gezimizin sürprizi Cenova, Cenova'nın sürprizi Van Gogh olmuştu. Döndükten sonra araştırırken karşıma çıkan başka bir sürprizse, küreselleşme karşıtı eylemlerde hayatını kaybeden ilk kişi olan Carlo Giuliani’nin 2001’de Cenova’daki G-8 Liderler Zirvesi'ne karşı yapılan eylem sırasında polis tarafından kurşunlanmış olmasıydı. Carlo geçen yıl hazırladığım "Küreselleşme" sunumumun son slaytından uzun uzun sınıfımızı izlemişti. Ve ben Cenova’da belki de bilmeden, genç yaşında daha iyi bir dünya mücadelesi uğruna hayatını kaybeden bu çocuğun vurulduğu sokaklarda dolaşmıştım. Dünya bazen ne kadar küçük!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder