27 Nisan 2012 Cuma

Viyana'ya Veda

Güneşli bir ekim ayında Avusturya'nın yemyeşil ovalarını, ovalara serpiştirilmiş gibi duran rüzgar güllerini, küçük ve düzenli kasabalarını gökyüzünden izleyerek başladığım Viyana maceram, 4 ay 24 günün ardından aynı manzaraları izleyerek başladığım uçak yolculuğuyla sona eriyor. 4 Ekim 2011'de ayak bastığım bu huzur dolu ülkeden 28 Şubat 2012 günü, vizemin bitmesine 1 gün kala, içimde bir burukluk, kalbimde bir sızı ve sırt çantamda biriktirdiğim anılarla ayrılıyorum. Bir kere daha bu ülkeye yolum düşer mi, düşerse ne zaman ve nasıl düşer hiç bilmiyorum. Erasmus maceram bana sadece Viyana'yı ve Viyana Üniversitesi'ni katmıyor. Orada bulunduğum süre içinde toplam 4 ülke, 14 şehir görüyorum. Avusturya'da Viyana, Baden, Salzburg, Melk, Krems dışında Slovakya'da Bratislava, Fransa'da Paris, İtalya'da Roma, (Vatikan), Siena, Floransa, Pisa, Cenova, Milano, Venedik'i de yaklaşık 5 aya ve 5 kiloluk sırt çantama sığdırıp Türkiye'ye dönüyorum.

Gördüklerimin yanında göremediğim o kadar çok yer var ki! Ancak bir seçim yapmam gerekiyor ve tercihimi Almanya, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan gibi Avusturya çevresindeki ülkeler yerine Fransa ve İtalya gibi Avrupa'da görmeyi daha çok istediğim, kış aylarında iklimi daha yumuşak olan yerler lehine kullanıyorum. Bu yerleri seçmemde önceden verilmiş kararlar ve yapılmış planlar da önemli rol oynuyor. Böylece Viyana'nın yanı sıra Avrupa'nın Schengen vizesiyle gidilebilecek en önemli başkentlerini de görmüş oluyorum. Aslında bu ülkede bir de bahar geçirmek, hem Viyana baharını yaşamak, hem de çevre ülkeleri görmek birazcık içimde kalıyor.

En baştan itibaren yaşadıklarımı, gezdiklerimi, gördüklerimi unutmamak için gittiğim her yerle ilgili yazılar yazıyorum. Viyana ve Avusturya ile ilgili yazdıklarımı sırayla bloğuma ekliyorum. Ancak diğer yerlerle ilgili yazdığım yazıları koymak için acele etmiyorum. Bloğumun adı "Viyana Günlüğü" ve öncelik, Viyana ile Avusturya'da gezdiğim gördüğüm yerlerde. Bütünlüğü bozmamak adına gittiğim diğer ülkeleri Viyana ile ilgili yazacağım her şey bittikten sonra eklemeye karar veriyorum. Döndükten neredeyse 1,5 ay sonra, Viyana ile ilgili aklımdaki her şeyi yazdığıma kanaat getiriyorum. Zihnimin boşaldığını hissettiğimdeyse Veda yazısına sıra geliyor.

Avusturya'dan ayrılmamın üzerinden geçen 1,5 aylık sürenin sonunda Viyana günlerim bende bir rüyaymış hissi uyandırıyor. Her hatırladığımda içimi sızlatan bir rüya... Her şey geride kaldı diye düşündüğüm anda, benim için İtalya ve Fransa anıları başlıyor. Yazılmalarının üzerinden aylar geçtikten sonra bloğuma koymaya başlayacağım bu yazılar, İstanbul baharını yaşarken beni Bratislava kışının ayazına, Roma'nın ılık sonbaharına ve Paris'in pembe bulutlu gecelerine geri götürecek diye umuyorum :)

12 Nisan 2012 Perşembe

Viyana ve Müzik

Viyana, adı klasik müzik ve valsle birlikte anılan bir şehir. Mozart, Strauss (I-II), Schubert, Beethoveen, Brahms, Haydn, Mahler gibi klasik müziğin en büyük bestecileri yaşamlarının bir döneminde bu kentin havasını solumuşlar. Vals ise adı neredeyse Viyana'yla özdeşleşen bir dans olmuş. İkisinin birleşimiyse, Strauss'un notalarında meşhur "Mavi Tuna Valsi" halini almış.

Kentin geçmiş dönemlerinde müzik yaşamında görülen bu canlılık günümüzde de devam ediyor. Yılın her döneminde Viyana'da çok sayıda klasik müzik konseri veriliyor. Viyana Filarmoni Orkestrası'nın 1939'dan beri her yıl Müsikverein'de düzenlediği geleneksel Yeni Yıl Konseri ise her yılın ilk günü 40'ı aşkın ülke televizyonundan canlı olarak yayımlanıyor ve tüm dünyada 1 milyon kişi tarafından izleniyor.

Ancak Viyana'ya turist olarak giden bir kişinin zaman, öğrenci olarak giden birininse bütçe kısıtlamasından dolayı düzenlenen konserlerden yararlanması kolay değil. Çünkü biletler çok önceden satılıyor ve fiyatlar çok yüksek. Örneğin Yeni Yıl Konseri biletlerinin bir yıl önceden ayırtıldığı söyleniyor. Diğer konserler için de kısa sürede yer bulmak imkansız. Tüm biletler tükenmese de geriye ancak çok pahalı biletler kalıyor.

Buna karşın Viyana'nın müzikle ilişkisi sadece kapalı salonlardaki konserlerle sınırlı değil. Bu şehirde sokakların da birer konser mekanı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Özellikle kalabalık saatlerde Stephansplatz'a çıkan birinin her köşe başında ayrı bir konser dinlemesi mümkün. Üstelik yapılan son derece kaliteli müzik, konser salonlarındakini aratmıyor.

Bunun dışında Viyana'yı kısa süreli ziyaret edenler için düzenlenen turistik konserler var. Bunların biletleri başta Stephansplatz olmak üzere turistlerin yoğun bulunduğu yerlerde Mozart kostümü giymiş gençler tarafından satılıyor. Bu gençlerin çoğu Balkan ülkelerinden gelmişler ve Viyana'daki Türk turist yoğunluğundan olsa gerek birkaç kelime Türkçe biliyorlar. Pazarlığa da açık olduklarını söylemek gerek.

Viyana'da kaldığım süre boyunca, yılbaşı gecesi Stephansplatz'da düzenlenen halk konseri ve sokak müzisyenleri hariç tek konser deneyimim bu konserler sayesinde oluyor. Kentteki son üç günümde Viyana'yı gezmeye gelen arkadaşımla birlikte Stephansplatz'da yolumuza çıkan Fitim'den uzun pazarlıklar sonucu ertesi akşamki konsere iki bilet alıyoruz. İçimizde biraz kandırılma endişesi var ama burası Viyana ve bu çocuklar ben Viyana'ya adım attığım günden beri kar kış demeden her yerde bu biletleri satıyorlar. En ufak bir sorun yaşansa bunu yapmalarına izin verilmeyeceğini bilmek gönül rahatlığıyla paramızı Fitim'e emanet etmemizi sağlıyor.

Ertesi akşam Stadtpark'ın karşısındaki konser salonuna gitmek için yola çıkıyoruz. Karanlıkta binayı bulmamız biraz zor oluyor. Kısa bir "acaba konser yok mu" endişesinden sonra, yaşlı bir çiftle birlikte konserin yapılacağı tarihi binaya giriyoruz. Salon epey kalabalık, dinleyicilerin çoğu çeşitli ülkelerden gelen turistler.

Konser salonu tabi ki bir Staatsoper değil. Beklediğimizden biraz daha küçük. Koltuk yerine sandalyeler var. Turistler de Viyana halkının bir gösteriye giderken giyimlerine gösterdiği özeni göstermemişler. Staatsoper'de ayakta bale izlemek için gelen insanların bile son derece şık olduğunu düşününce buradaki kot pantolonlu turistler ortama pek uygun görünmüyor. Ayrıca Japonlar'ın konser sırasında çevrelerindekini rahatsız edici hareketlerde bulunarak hoş olmayan bir imaj oluşturduklarını da söylemem gerek.

Ancak tüm bunlara rağmen konser güzel geçiyor. Dinleyicilere Mozart, Beethoven, Haydn, Strauss, Lehar, Lumbye gibi bestecilerin eserlerinden oluşan bir repertuvar sunuluyor. Aradaki vals ve polka gösterileri, marşlar ve hareketli müziklerle, dinleyiciyi sıkmadan Viyana müziğinden esintiler hissettiriliyor. Konserdeki Türk dinleyiciler için Mozart'ın ünlü Türk marşı da unutulmuyor :)

Viyana'daki son günlerimde gittiğim bu konserle, 5 ay boyunca konsere gitmemiş olmamı bir nebze de olsa telafi ettiğimi düşünüyorum. Yine de bu kentte 5 ay yaşayıp bir vals gösterisi izleyememek, dahası en sevdiğim dans olan valsi az da olsa öğrenme olanağı bulamamak içimde kalıyor. Belli olmaz, belki bir gün...

4 Nisan 2012 Çarşamba

Havası Suyu Tuna'sı



Bu kentin gökyüzü öyle geniş ki... Özellikle ilk geldiğim günlerde farkettiğim bu durum üzerine epey kafa yoruyorum. Gerçekten Viyana'da her kafamı kaldırdığımda uçsuz bucaksız bir gökyüzünün altında yaşadığımı hissediyorum. Bu durumun nedenleri üzerinde düşündüğümde, Viyana'nın dümdüz bir kent olduğu geliyor aklıma. Her yer dümdüz olunca, gökyüzü de uçsuz bucaksız bir düzlük olarak tepemde uzanıyor. Ayrıca binaların çoğunun aynı boyda, dört beş katla sınırlı olmasının bu durumda etkisi olduğunu sanıyorum. Gökyüzünün genişliğini kesecek saçma sapan yükse binalar yok burada.

Bir yerin havası hakkında fikir sahibi olmak içinse insanın kafasını gökyüzüne kaldırması yetmiyor. Viyana'da sadece 5 ay kalıyorum; yalnızca ekim, kasım, aralık, ocak, şubat aylarını burada geçiriyorum. Ekimde daha sonbahar kendini tam olarak hissettirmeye başlamadan önce birkaç gün de olsa güzel havasını yakalıyorum. Sonbaharı ve kışı geçirdikten sonraysa dönüyorum. Her kentin güzel olduğu bahar ve yaz ayları hakkında ise bir bilgim yok.

Aslında gelmeden önce havası hakkında edindiğim fikir döndükten sonra da değişmiyor. Okuduklarımdan, duyduklarımdan kentin havasının Erzurum'a benzediğini tahmin ediyorum. Kışları eksi 20'lere düşen hissedilen sıcaklıklar, yazları bol yağış. Ayrıca kentin havasının epey bi dengesiz olduğu çok kişi tarafından genel olarak kabul görüyor. Bir de rüzgârının meşhur olduğu söyleniyor ama benim gibi yılın 300 günü çok rüzgarlı bir kentten gelen biri için, buranın en yoğun ve soğuk rüzgarı bana olsa olsa memleketimin poyrazını hatırlatıyor. Bu kentte hava açıksa benim için güzel anlamına geliyor. Sonbahar ve kış ayları boyunca havanın açık ve güneşli olduğu günlerin sayısı ise o kadar da az değil.

Viyana'nın suyuna gelince. Her ne kadar denizden yüzlerce kilometre uzakta olsa da, kuzeyindeki Tuna, çevresindeki Viyana ormanları, ülkenin doğusundaki Alp Dağları Viyana'yı su kültürüne pek uzak düşürmüyor. Aslında Viyana ve su deyince aklıma en çok Alp dağlarından gelen içme suyu geliyor. Tüm Viyana çeşmelerinden akan su doğrudan Alpler'den geliyor ve içmeye doyulamıyor. İnsanın dönerken bu suyu şişeleyip yanında götüresi geliyor.

Birçok Avrupa kentine hayat veren Tuna ise Viyana'nın simgelerinden biri. Ancak bu kentin Tuna'yla ilişkisi pek hayal ettiğim gibi değil. Tuna kentin içinden geçmiyor, kuzeyinde kalıyor. Üstelik insanların müdahaleleri sonucu yatağı değiştirilmiş, yerinden oynamış; sonuçta ortaya bir Tuna kanalı (kente en yakın olan Tuna), bir eski Tuna, bir de asıl Tuna olmak üzere üç ayrı bölüm çıkmış. Açıkçası bulunduğum süre boyunca bu ayrımı pek de netleştirebildiğim söylenemez. Ama şehrin Tuna'ya en yakın olan yüksek noktası Kahlenberg Tepesi'nden bakıldığunda Tuna'nın nasıl parçalandığı biraz daha akla yatıyor. Buradan asıl Tuna küçücük bir gölet şeklinde görülüyor.

Sonuç olarak bu kentin kocaman gökyüzü ve Alpler'den gelen tadına doyulmaz suyu bende unutulmayacak tatlar bırakıyor. Aklımın ve kalbimin bir köşesinde her zaman saklayacağım tatlar...

3 Nisan 2012 Salı

Cafe'leri - Kahveleri



Avrupa kültürünün simgelerinden biri olan cafe'ler, Viyana'nın günlük yaşamında çok önemli bir yer tutuyor. Kentte büyük bölümünün varlığı çok eski yıllara uzanan çok sayıda cafe var. Kimisi daha turistik, kimisi daha ünlü, kimisi daha pahalı ama ortak özellikleri, hepsinin birer tarza sahip olması.

Aslında bu durum sadece cafe'ler değil tüm dükkânlar için geçerli. Dünya çapında zincirlere sahip ünlü markalara ait olanlar dışında da dükkânların çoğu son derece çekici, estetik ve kendine has biçimlerde düzenlenmiş. Sadece Viyana'da değil, gördüğüm diğer ülke ve şehirlerde de durum böyle. Dükkânların her yerinden özen, zevk ve estetik akıyor.

Karşıdan bakıldığında hissedilen bu duygu, cafe'lerin içlerine girildiğinde artıyor. Hepsi gayet şık biçimde dekore edilmiş, her biri kendini diğerinden farklılaştırmayı başarmış. Farklılıklarını, tarihlerinden aldıkları hikayelerle ve tarihi müdavimlerinin anılarıyla perçinlemeyi başarıyorlar. Cafe Central, müdavimi olan Troçki'yle, Cafe Landtmann ise Freud'la övünmeyi sürdürüyor. Schönbrunn'un "küçük zafer takı" Gloriette ziyaretçilerine "krallara layık" bir Viyana manzarası sunarken, Cafe Hawelka duvarlarını çeşitli ressamlardan yemek ücreti karşılığı alınan tablolarla süslüyor. Tarih kokan bu eşsiz cafe'lerin dışında Aida, Cafe de l'Europe, Cafe Einstein gibi zincirler ve Florianihof gibi ara sokaklara saklananlar da kendilerine yer bulabiliyor. Viyana'nın meşhur 'sachertorte'sini paylaşamayan Sacher ve Demel belki de hepsinin en tanınmışları. Cafe Mozart ve Hofburg Sarayı'nın içinde, Sisi Müzesi'nin hemen altında bulunan cafe ise en merkezi yerde olmaları açısından turistler tarafından en çok ziyaret edilenleri. Viyana'da bulunduğum beş ay boyunca ancak bu saydıklarımda oturup genelde kahve içiyorum, bazen de pasta yiyorum. Sanırım gidemediğim bir bu kadar daha cafe kalıyor.

Kültürün her bölgenin, ülkenin koşullarına göre şekillendiği gerçeği burada bir kez daha karşımıza çıkıyor. Sanıyorum Yunanistan ya da İspanyol kentlerinin değil de Viyana'nın, Paris'in cafe kültürüyle dolu yaşamları iklim koşullarından kaynaklanıyor. Soğuk iklim, insanları uzun kışları geçirecekleri mekan arayışına itiyor. Bu durum bu kentlerdeki kültür ve sanat ortamıyla, yaşam tarzı ve estetik duygusuyla birleşince ortaya böyle bir kültür çıkıyor. Viyanalılar'a da uzun kış günlerini, sadece birer kahve içerek akşama kadar oturabildikleri bu cafe'lerde geçirmek kalıyor.

Ancak yine de kültürü sadece eldeki olanaklarla açıklamak yetersiz oluyor. Bunun en büyük kanıtı da, Viyana'ya kahveyi Osmanlıların tanıtması ve buradaki ilk kahve dükkânını Osmanlı ordusunda çevirmen olarak çalışan bir Ermeni'nin açması. Viyanalılar, kendilerine ilk defa Türklerin tanıttığı kahve konusunda almış yürümüşler. Kentin cafelerinde, hepsi "gerçek kahve" den yapılmış onlarca çeşit kahve sunuluyor. Aynı cafe'lerin dış görünüşü ve dekorasyonu gibi kahveler de çok özenli. Espressodan yapılan bu kahvelerin kimisi üstü süt köpüklü, kimisi kremalı, kimisi kremşantili olarak servis ediliyor. Sadece sütlü kahve istediğinizde bile önünüze emek harcanarak özenle yapılmış kocaman bir bardak kahve geliyor. Burada Türkler'den kalan bir gelenekle, kahvenin yanında bir bardak su da ikram ediliyor. Viyana'nın meşhur melange'ı ise içlerinden en güzeli olarak damağımdaki tadını hala koruyor.

Viyana'da geçirdiğim beş ay, her şeyin yanında, unutulmaz cafe'leri ve kahveleriyle de aklımda yer ediyor.

Parlamento



Avusturya Parlamentosu, Ring üzerindeki en etkileyici binalardan biri. Karşıdan bakıldığında Eski Yunan tapınaklarını andıran görüntüsü, binaya yaklaştıkça artan eğimli yolu ve önündeki heykelleriyle görenleri kendine hayran bırakacak türden bir yapı.

Bina, 1873-1883 yılları arasında Danimarkalı mimar Theophil von Hansen tarafından yapılmış. On yıla yakın süre Atina'da yaşayan ve orada önemli eserler veren Hansen, Avusturya Parlamento binasını Antik Yunan demokrasilerine atıfla, neo-attic tarzda yapmış. Binayı yapmakla yetinmemiş, içini de dekore etmiş. Bina Viyana'daki tüm yapılar gibi 2. Dünya Savaşı'nda büyük hasar görmüş.

Avusturyalılar, her tarihi mekânlarını olduğu gibi parlamentolarını da turistik olarak pazarlamayı çok iyi beceriyorlar. Mekan kullanılmadığı zamanlarda, daha doğrusu her gün belirli saatlerde rehber eşliğinde gezilebiliyor. Tabi bu durum benim gibi vatandaşların parlamentonun yanına bile yaklaşamadığı bir ülkeden gelen biri için oldukça ilginç. Üstüne üstlük hediyelik eşya bölümünden isteyen kendine parlamento hatırası da alabiliyor!

Parlamento binasına Viyana'dan ayrılmadan bir gün önce gidiyorum. Aslında bu bile burayı görmenin benim için ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Son günümde, onca işimin arasında burayı gezmeye ayırdığım bir saat kesinlikle değiyor. Burayı gezmek beni Viyana'daki birçok müzeyi gezmekten daha çok mutlu ediyor. Belki de yıllarca Ankara'da yaşayıp, siyaset bilimi okuyup Türkiye'nin dışında İngilitere'nin, Fransa'nın, Almanya'nın ABD'nin, Japonya'nın siyasal sistemlerini öğrenip Türk parlamentosunu sadece bir kere, bin bir sıkıntı yaşayıp bir sürü aramadan geçerek görebildiğim içindir. Hele hele Meclis kütüphanesine girmeye çalışan arkadaşlarımın çantalarında bulunan Yönetim Bilimi dersi "Örgüt" notları yüzünden yaşadıkları sıkıntıları hiç unutmam.

Binaya kimse bize birşey sormadan girip biletleri aldıktan sonra içeriye de nerdeyse elimizi kolumuzu sallaya sallaya geçiyoruz. Grupta değişik milletlerden insanlar var. Rehberimiz bilgileri önce İngilizce, sonra Almanca anlatıyor. O Almanca anlatmaya geçince ben de fotoğraf çekmeye girişiyorum. Bize Hansen'in yaşamını, parlamento binasının yapılışını anlatırken ilginç hikayeler söylüyor, hoş sırlar veriyor. Ayrıca gruptaki insanlarla sohbet edip onları tanımaya çalışıyor. Örneğin birinin Fransa Parlamentosu'nda kâtip olduğunu öğreniyoruz. Benim Türk olduğumu öğrenince ayrıca ilgileniyor. Çocukluğunun bir kısmı Ankara'da geçmiş. Ayrıca birkaç yıl önce İstanbul'da Pera Müzesi'nde düzenlenen bir sergide çalışmış. İstanbul'u "fantastik ve kaotik" buluyor. Ne kadar yerinde bir tanımlama!

Parlamento'nun içi dışı kadar etkileyici olmasa bile sütunlar, heykeller, duvar resimleriyle dolu. Bir yandan çevremizi incelerken öte yandan kulağımız rehberimizde. Binanın tarihçesini anlatırken çeşitli yerlerde bulunan ekranlardan fotoğraflar da gösteriyor. Verdiği bilgiler bina yapılırken kullanılan malzemenin nereden nasıl taşındığından, 2. Dünya Savaşı'nda binanın hangi bölümlerinin bombalandığına kadar uzanıyor. Kendisinden Avusturya Parlamentosu'ndaki tarihi muhalefet biçimlerini öğreniyor, Hansen'in kendi yüzünü resmettiği duvar süslemelerini görüyoruz.

Genel bilgilerden sonra parlamento oturumlarının yapıldığı salonları geziyoruz. Millet Meclisi'in toplandığı büyük salonu, Federal Meclis'in toplandığı daha küçük salonu ve özel toplantıların yapıldığı, heykel ve resimlerle süslü çok güzel tarihi salonu dolaşıyoruz. Dolaşırken aynı zamanda siyasal sistemin yapısı ve işleyişi hakkında bilgi de alıyoruz.

1 saatlik turun sonunda, parlamentodan, oturum günlerinde gelip toplantıları izleyebileceğimiz bilgisini de alarak çıkıyoruz. Tabii Viyana'daki son günümde gereksiz bir bilgi. Rehberim beni döndükten sonraki yaşamımda iyi şanslar dileyerek uğurluyor. Viyana'daki son günüm, beni çok mutlu eden parlamento gezisiyle noktalanıyor.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Stephansplatz: Stephansdom - Mozart Evi





Stephansplatz, iki kelimeyle özetlemek gerekirse Viyana'nın kalbi. Eski şehir surlarının, bugünse Ring'in merkezinde yer alıyor. Viyana'ya her gelenin ilk ziyaret ettiği bölge. Şehrin her yerine ulaşımda merkezi bir rol oynuyor. Çevreleyen caddeler şehrin en ünlü ve en işlek caddeleri. Bu caddelerdeki dükkanlar şehrin en pahalı ve lüks dükkanları. Kafe'leri, lokantaları, turistik eşya ve çikolata satıcıları ile Viyana'nın en kalabalık noktası.

Stephansplatz, ismini, görenleri ilk bakışta büyüyen Stephansdom Katedrali'nden alıyor. 12. yüzyılda yapımına başlanmış olan bu gotik katedral sonraki yıllarda yapılan eklemelerle geliştirilmiş. 2. Dünya Savaşı'nda ise bombalanmış ve çatısı ağır hasar görmüş. Sonraki yıllarda çatı yeniden yapılmış, restorasyon ise yanılmıyorsam halâ devam ediyor.

Katedralin dışı her görüşte insanı yeniden büyülüyor. İçi de güzel, ancak özellikle dini yapılarda beni en çok etkileyen şey insana kendini küçücük hissettiren yüksek tavanlar ve buranın tavanları kafamı kaldırdığımda beni büyülemiyor. Bu yüzden bu muhteşem katedralin iç yapısının bende bıraktığı etki hep biraz eksik kalıyor.

Katedralle ilgili en çok merak ettiğim şeylerden biri kulesinden görülen Viyana manzarası. Viyana'yı merkezindeki bu en yüksek binanın tepesinden görmeyi çok istiyorum. Dönmeden birkaç gün önce, soğuk ve yağmurlu bir günde bu isteğime kavuşuyorum. Viyana'yı gezmeye gelen arkadaşımı yağmur altında katedralin tepesine çıkarıyorum. Ancak sonuç biraz hayal kırıklığı yaratıyor. Viyana tepeden hayalimdeki gibi görünmüyor. Zaten soğuktan ve yağmurdan dolayı yukarıda pek fazla oyalanamıyoruz. Belki güneşli ve sıcak bir günde çıksam manzara daha güzel olabilir, şehir daha güzel görünebilir. Ama ne zaman çıkarsam çıkayım, Viyana'nın tepeden bakınca pek güzel görünen bir şehir olmadığı gerçeğinin değişmeyeceği izlenimine kapılıyorum.

Stephansplatz'daki en turistik yerlerden biri Mozart Evi. Daha önce birkaç defa dışarıdan gördüğüm eve de Viyana'dan ayrılmadan kısa bir süre önce önce giriyorum. Ancak merkezde olmasının da avantajıyla bu ev tamamen bir turist tuzağı. Mozart burada sadece 2,5 yıl yaşamış. İçinde pek bir eşya yok. (hatta arkadaşım buraya "taşınan Mozart'ın evi" adını takıyor) Mozart ailesinin hangi odayı ne amaçla kullandığı bile bilinmiyor. Duvarlarda orjinallerinin çoğu Viyana Müzesi'nde bulunan bazı belge ve fotoğrafların kopyaları var. Her ne kadar Mozart'ın yaşamıyla ilgili bazı fikirler verse de sonuç fazla tatmin edici değil. Sanıyorum Viyana'da görülmemesi gereken müzelerin en başında burası geliyor.

Meydana adını veren katedrali, dükkanları, sokak sanatçıları, müzisyenleri ve şehrin en işlek merkezi olması dolayısıyla Stephansplatz bana göre "Viyana'nın kalbi" unvanını hak ediyor. Burada kentin yüzlerce yıllık tarihi, bugünüyle iç içe geçerek insana bir düş ülkesinin içinde yaşadığı duygusunu veriyor. Viyana deyince akla belki de en başta Stephansplatz geliyor.

Rathaus - Buzpateni




Ring üzerindeki muhteşem yapılardan biri olan Rathaus, Viyana'nın belediye binası. Özel bir ad değil, Avusturya'daki her kentte birer Rathaus var. Ama Viyana'daki, gerçekten masal şatolarını andırıyor.

Bu masalsı yapı da Viyana'daki diğer resmi yapılar gibi gündelik yaşamın tam ortasında yer alıyor. İlk gittiğimizde önündeki sirk çadırı eğlence arayan Viyanalıları kendine çekiyor. Ekim ayında içinde kurulan yöresel ürünler fuarını geziyoruz. Kasım'da önündeki parkta kurulacak Noel Pazarı için hazırlıklar başlıyor. Bu harika pazarda Noel bitene kadar kent halkı Noel alışverişi yapıyor, yiyor, içiyor, eğleniyor. Yılbaşında önünde kurulan sahnede ücretsiz konser düzenleniyor. Ardından ise Rathaus ile Burgtheater arasındaki alan buz pateni haline getiriliyor. Viyanalılar çoluk çocuk buraya gelerek paten kayıyor, aslında "soğuk havanın tadını çıkarıyorlar." Bu kullanımların hepsinin amacının, Viyanalıları soğuk havada bir şekilde dışarı çıkarmak, sosyalleştirmek olduğunu düşünüyorum. Havalar ısınıp insanlar bu sefer güneşin tadını çıkarmak için kendilerini dışarı attıklarında ise Rathaus festival alanı haline geldiğini öğreniyorum.

Buz pateni alanının hemen yanına ahşap bir içki evi kurulmuş. Dışarıda üşüyenler içerde içkilerini içerek ısınıyor. Aynı Noel zamanı insanların Noel pazarlarında vakit geçirdikleri gibi, Noel'den sonra bahar aylarına kadar da buraya gelip güzel vakit geçirmenin yolunu buluyorlar.

Aslında bu memlekette her şey insan için düşünülmüş. Rathaus'un yılın her mevsiminde, her döneminde şekilden şekile girerek Viyanalıların toplandığı, boş vakitlerini değerlendirdiği ve eğlendiği değişik birer mekan halini alması bunun en büyük kanıtı değil mi?