31 Mayıs 2012 Perşembe

Son Yazı

Paris yazımla birlikte sekiz aydır yazdığım bloğumun sonuna geliyorum.

Her ne kadar Viyana'da geçirdiğim süre birkaç ayla sınırlı olsa da, 2011'in şubat ayında okulumun Erasmus ilanını vermesi ve benim başvurmaya karar vermemle başlayıp, bloğumun son yazısını yazdığım bugüne kadar geçen süre yaşamımın on altı ayını kapsıyor.

Şubat 2011'den Ekim 2011'de Viyana'ya adım attığım güne kadar yaşadığım hazırlık sürecinin sıkıntılarını oraya gittikten sonra unutuyorum. Aslında ilk başlarda yeni bir düzene uyum sağlamak, yeni bir ülkeye alışmak kolay olmuyor. İlk günler, hatta haftalar üniversiteyle, yerel yönetimle, sigortayla olan işlemlerin halledilmesiyle geçiyor. İnsanın dilini bilmediği yabancı bir ülkede marketten alışveriş yapmasıyla müze gezmesi arasında hemen hemen hiçbir fark bulunmuyor. Ulaşım sistemine alışmak epey zaman alıyor. İlk zamanlar istasyonlarda elde metro haritasıyla geziyorum. Otomatik makinalardan bilet alırken ayrı bir macera, aylık bileti vaktinde almayı unutup bilet kontrolüne yakalanma korkusuyla ayrı bir heyecan yaşıyorum. Ne zaman ki trenden ineceğim istasyonu şaşırmaya, aylık bileti vaktinde almayı unutmaya başlıyorum, o zaman şehre de, trenlere de, ulaşım sistemine de alışma sürecim tamamlanmış oluyor. İnsan artık kendisini yabancı hissetmediği bir şehirde kontrolü elinden bırakıyor, ayakları onu nereye götürürse oraya gitmeye başlıyor.

Gerekli evraklar tamamlandıktan, ilk haftalar ve aksilikler atlatıldıktan sonra şehre alışmaya başlamakla işlerin rutine binmesi birbirine paralel gidiyor. Ulaşım yolları sabitleniyor, marketler öğreniliyor, yollar sokaklar tanıdık gelmeye başlıyor. Çevredeki ucuz alışveriş ve yemek mekanları bulunuyor, kente özgü alışkanlıklar, yiyecek içecekler tanınıyor. Bu noktadan sonra Viyana'da yaşamak insanda müthiş bir güven ve rahatlık duygusu oluşturuyor. İstanbul'da evden çıktığım hiçbir gün evime sağ salim dönüp dönemeyeceğimi bilmeden yaşayan bi insan olan ben, Viyana'da başıma hiçbir şey gelmeyeceğinden emin olmanın rahatlığıyla kalan günlerimi geçiriyorum.

Bir süre sonra ise Viyana dar gelmeye ve önce yakın, sonra daha uzak çevreyi keşfetme çalışmaları yapmaya başlıyorum. Viyana'dan önce kardeşimle İtalya'ya, sonra tek başıma Paris'e uzanmak aslında birkaç ay içinde katettiğim yolun uzunluğunu çok iyi kanıtlıyor. Viyana'da dördüncü ayıma geldiğimde, bu şehirden Bratislava aktarmalı olarak Paris'e gitmek, kesinlikle birkaç ay önce Avusturya'ya gelişimde havaalanından yurda gitmekten daha kolay görünüyor.

Aslında Viyana'dan tek başına kalkıp Paris'e gitmek, bende hayata karşı duyduğum korkuyu azaltıyor. Özellikle yaşama adım attığım andan itibaren kendi insanına -özellikle kadınlarına- çeşit çeşit korkular aşılamış bir toplumda yetişmiş biri olarak, Avrupa'daki bu özgürlük havası bana çok iyi geliyor. Üniversitenin ilk yıllarında interrail'i araştırmak için gittiği TCDD bürosundan "kız başınıza ne işiniz var Avrupa'da" diye kovulan arkadaşımı hatırlamak ise köprülerin altından çok sular aktığını hissettiriyor.

Sonuç olarak Viyana günlerim bana çok şey kazandırıyor. Türkiye'ye döndüğümde, Erasmus'tan dönen her öğrencinin yaşadığı söylenen "Erasmus sonrası sendromu"nu ben de yaşıyorum. İlk günler sudan çıkmış balık gibi oluyorum. Bir süre İstanbul'daki evime alışamıyorum. Orada bıraktığım, yatağımın yarısını kaplayan kocaman yastığımı unutamıyorum. Her yerde, Türklerin Viyana'ya, hatta Avrupa'ya en büyük armağanlarından olan croissant'ları ve Viyana'nın meşhur kahvesi melange'ı arıyorum. Her dışarı çıktığımda ve İstanbul'un kargaşasının, bağırış çığırışının içine girdiğimde, oradaki yaşamın sakinliğini, insanların naifliğini hatırlıyorum. Dönmemin üzerinden geçen üç ayın ardından, Viyana'yı, huzurunu, modern yaşamının içine sinmiş tarihi havasını, caddelerini, müzelerini, en çok da Schönbrunn'un bahçelerini özlüyorum.

Yaşamımın bir dönemi daha böylece sona ermiş oluyor. Bundan sonrası? Hayırlısı...

25 Mayıs 2012 Cuma

Paris'te Bir Nikâh Macerası



Ocak ayının 18’inde, arkadaşımın nikahı için Paris’e gidiyorum. Yine uzun bir karar ve planlama evresi, Ryanair fiyatlarındaki alçalış yükselişleri takip, Hostelworld’den kalacak yer ayarlama çabası. Sonuçta Ryanair fiyatlarının yükselişe geçtiği noktada gidiş ve dönüş biletleri alınıyor. Ancak muhtemelen Paris’in her sezon turist çekmesinden dolayı konaklama fiyatları oldukça pahalı. İtalya’da kasım ayında üç kişilik odalarda kalabildiğimiz fiyata Paris’te ocak ayında 12 kişilik female dorm’larda kalınamıyor. Hostelworld’deki okuyucu yorumlarına bakılıyor, fiyat kalite dengesi optimum olan bir yerde karar kılınıyor. Ancak son anda gerçekleşen plan değişikliğiyle, hostelde değil de arkadaşımın nişanlısının amcasında kalmama karar veriliyor. Ve 18 Ocak günü eşyalarımı toplayıp Viyana’daki dördüncü ayımda üçüncü Bratislava yolculuğuna çıkıyorum.

Daha önce hep ikinci durak Simmering’ten başladığım yolculuğa bu sefer ilk durak Südbahnhof’tan adım atıyorum. Yolculuk, trende yemek için aldığım sandviçi istasyonda kaybetmem dışında sorunsuz geçiyor, önemli olan Paris’te kendimi kaybetmemek. J Yaklaşık 1 saat sonra Bratislava, trenden inince apar topar istasyondan kalkan 61 numaralı otobüsle havaalanı ve 19.15 Ryanair uçağıyla 2 saat süren Fransa yolculuğu. Uçakta Paris’e giden dört Türk Erasmus öğrencisiyle karşılaşıyorum. Onlar gitmeden önce derslerine benim kadar çalışmamışlar. Paris’e ineceğimizi düşünüyorlar ve geceyi havaalanında geçirmeyi planlıyorlar.

Oysa ineceğimiz Beauvais havaalanı Paris’te değil. Beauvais, Paris’in yaklaşık 1 saat kuzeyinde başka bir şehir. Havaavalanı gece kapanıyor, yolcular Paris’e 15 Euro karşılığında servis otobüsleriyle taşınıyor. Ayrıca Beauvais’de hostel ve benzeri bir yer olmadığı için servisi kaçırmak bir miktar stres yaratıyor. Sonradan öğrendiğime göre servis otobüsleri her uçağın geliş ve gidiş saatlerine göre o uçağın yolcuları için kalkıyor.

Beauvais’den 21.45’te kalkan servis 1 saat 15 dakika sonra Paris’in kuzeyinde, Porte Maillot’da oluyor. Hava karanlık ve yağmurlu. Arkadaşlarım beni karşılamaya gelmişler ancak birbirimizi bulmakta zorlanıyoruz. Parislilerle ilgili ilk sıkıntıyı burada duyuyorum. Beni misafir edecek ailenin anadili Fransızca olan oğlu otobüsten inenlere Fransızca olarak servisin nerde durduğunu soruyor ancak kimseden cevap alamadığı gibi kaba tepkilerle karşılaşıyor. Bense aynı anda zenci otobüs şoförlerine arkadaşlarımın beni önünde bekledikleri Kongre Sarayı’nı soruyorum, güleryüzlü biçimde bana yol gösteriyorlar. Sonradan öğrendiğime göre Parislilerin aksine onlar kendilerini bir yabancıya daha yakın hissettikleri için daha yardımsever ve güleryüzlüler. Ve Parislilerin beğenmeyip yapmadığı bir sürü işi gururla yapıyorlar. Şoförlerin, tezgahtarların ve benzeri işlerde çalışanların çoğu siyahi. Ancak sonradan kiminle konuştuysam duyduğum şey, ırkçılığın çok yaygın olduğu. Anlaşılan Fransızlar vaktiyle topraklarını, kaynaklarını, insanlarını sömürdükleri ülkelerin insanlarını şimdi ülkelerinde görmek istemiyorlar.

Kalacağım aile Paris’in güneyinde Chatenay Malabry’de oturuyor. Burası başka bir kente dahil olmasına rağmen Paris’e metro ve otobüs ağıyla bağlanmış, ulaşımı İstanbul’un birçok yerinden daha kolay. Ancak o gece ilginç bir şekilde bölgeye giden yollar kapanmış. Eve gidene kadar arabayla epey dolaşmamız gerekiyor. Sonraki günlerde ise eve gitmek için Robinson’a kadar metroyla gelip ordan otobüse biniyoruz. Paris’te ulaşım gerçekten kolay. Ve Viyana için olduğu gibi Paris için de geçerli olan bir gerçek, ulaşımı kolay olan şehirler aslında olduklarından daha küçük izlenimi veriyorlar.

O gece eve gittiğimizde şarap eşliğinde hoş bir sohbetle karşılanıyorum. Arkadaşımın nişanlısının ailesi son derece iyi ve konuksever insanlar. Ertesi gün nikâh için Sevr’deki başkonsolosluğa gidiyoruz. Toplam dört kişiyiz: Gelin, damat, gelinin şahidi olarak ben, damadın şahidi olarak amcası. Kısa bir törenin ardından nikah kıyılıyor. Benim hayatımdaki ilk nikah şahitliğim ve benim için bile heyecan verici bir durum. Eğlenceyi yazın gerçekleşecek düğüne bırakıyoruz ve  fotoğraf çekimi için Paris'e gidiyoruz.

Onların fotoğraf töreni benim de Eyfel Kulesi, Sen Nehri, Notre Dame Katedrali gibi Paris’in en özel yerlerine ilk ziyaretim oluyor. Eyfel Kulesi gündüz yakından bakınca demir yığınından başka bir şeye benzemiyor. Notre Dame Katedrali ise gerçekten güzel. Saint Michel Bulvarı’nda bir cafe'de sıcak şarap içip bir şeyler atıştırdıktan sonra eve gidiyoruz. Akşam kutlama var.

Ertesi gün ev alışverişi yapmak isteyen yeni evlilerin peşine takılıyorum. Bir alışveriş merkezindeki mağazaları gezdikten sonra Champs-Elysees’ye gidiyoruz. Caddede yürüyoruz, mağazalara girip çıkıyoruz. Yılbaşı sonrası meşhur indirimlere dayanamıyorum ve 5 kiloluk sırt çantamla çıktığım yolculuklarda alışveriş yapmama kuralımı Venedik’ten sonra burada da bozuyorum. Bir yandan sonradan bana Paris’i hatırlatacak ufak tefek bir şeyler almak hoşuma gidiyor, bir yandan abartmak istemiyorum. Neyse ki fazla vakit geçmeden akşam oluyor, pek bir şey alamıyorum. Aldığım her yeni şey dönüşte çantadan çıkarılıp bırakılacak eski bir şey olarak bana dönecek. Hava kararınca Paul’de oturup kahve içerek dinleniyoruz. Viyana’daki binbir çeşit kahvenin aksine Paris’te kahve deyince espresso anlaşılıyor. Paul de küçük karton kutularda ayaküstü kahve satan yerlerin başında geliyor.

Kalkınca Zafer Takı’na (Arc de Triomphe) kadar yürüyoruz. Napolyon’un zaferleri anısına inşa edilmiş bu ünlü anıt Paris’in en ünlü ana caddelerinin ortasında yer alıyor. Karşısındaki kaldırımlarda fotoğrafını çekmeye çalışan çok sayıda turiste tezat biçimde, çevresinden arabalar hızlıca akıp gidiyor. Biz de anıtın fotoğraflarını çekiyoruz, anıtın önünde kendi fotoğraflarımızı çektiriyoruz, ardından eve gidiyoruz. Akşam rakı gecesi. J

Sonraki iki gün arkadaşlarımdan ayrılıp kendim geziyorum. Paris’in metro sistemi Viyana’daki gibi. Elinde metro haritası varsa istediğin yere gidebiliyorsun. Bir yüzünde Paris haritası, bir yüzünde metro planı olan broşürü ise daha havaalanına iner inmez danışmadan alabiliyorsun. Metro sisteminin Viyana’dan tek farkı, Viyana’daki 5 hatta karşılık Paris’te 15 civarında hat olması. Onlar da Viyana’daki gibi renklendirilmiş ama kalabalıktan renkler birbirine karışmış. Bir de (yine Viyana’daki gibi) aynı perondan farklı yerlere giden trenler geçebiliyor. Bu yüzden istasyonlarda hangi trenin hangi sırayla geldiğine ve ara duraklara dikkat etmek gerekiyor. Ancak yine de çoğu zaman kimseye sormadan yolumu bulmayı başarıyorum. Belki de Paris’te tanımadığın birilerine yol sormak, kendi başına kaybolmaktan daha büyük risk oluşturabiliyor.

Paris Viyana gibi değil. Benden önce oraya giden bir arkadaşım bu kenti İstanbul’a benzettiğini söylemişti. Aslında İstanbul gibi de değil ama kalabalığı ve karmaşası zaman zaman İstanbul’u hatırlatıyor. Hatta gördüğüm çok sayıda siyah insanı saymazsam, metroda kendimi İstanbul’da hissettiğim çok zamanlar oluyor.

Ertesi gün evden biraz geç çıkıyoruz. Ben Orsay Müzesi’ne gidiyorum. (Musée d'Orsay) Akşam Montmartre’da buluşmak için plan yapıyoruz. Sahip olduğum sınırlı zamana Louvre’u sıkıştırmak istemiyorum. Orsay ilk etapta daha başa çıkılabilir geliyor.

Oysa değil. Müzede çok sık hissettiğim duygu çaresizlik. Bu kadar zamanda bu kadar eser nasıl gezilir çaresizliği. En alt kattan gezmeye başlıyorum, en üst kata kapanmadan kısa bir süre önce çıkabiliyorum. En kalabalık yer Van Gogh eserlerinin bulunduğu ikinci kat. Biraz rahatsız edici bir kalabalık. Kocaman bir müze var ve insanlar sanki tapınmaya gelmişler gibi Van Gogh resimlerinin başına üşüşmüşler. Aslında Cenova’daki sergi sonrası Van Gogh’un bende de özel bir yeri var ama yine de bu durumdan rahatsız olup burada fazla oyalanmıyorum. Ancak tüm müzeyi gezmem bitip kalabalık dağılınca gidip Van Gogh’un eserlerine bir kez daha bakmaktan kendimi alamıyorum.

Üst kat büyüleyici. Hızlı bir tur atıyorum, ardından bir tur daha. Onlarca Monet, Manet, Cezanne, Degas eseri. Kendimi cennette hissediyorum. Gezi bitince bu kadar eseri nasıl göreceğim çaresizliği de bitiyor. Orsay benim için de nerdeyse kutsal bir anlam kazanıyor.

Müzeden çıkınca elimdeki haritaya bakarak birkaç aktarma yapıp Montmartre Tepesi’ne gidiyorum. Hava kararmış. Sacre Coeur Bazilikası’na çıkan bir yokuşa giriyorum. Sağda solda hediyelik eşya satan dükkanlar. Ben kartpostal seçerken yağmur bindiriyor, aldığım kartların parasını ödemek bahanesiyle dükkâna dalıyorum. Burada da ıvır zıvır bir sürü şey almaktan alıkoyamıyorum kendimi. Dükkânın Faslı sahibiyle sözde pazarlık yapıyorum. Adam da sözde bana indirim yapıyor. Ama her halükarda kazanan o oluyor. Paris içimde çok da büyük olmayan alışveriş canavarını canlandırıyor. Venedik’te de böyle olmuştu. Oysa Viyana’da şarap ve çikolatadan başka hiçbir şey insanı beni al beni al diye çağırmıyor. Sanırım bazı kentler insanı alışveriş yapmaya teşvik ediyor.

Sacre Coeur’a çıkan merdivenlerin dibine geliyorum. Zenciler koluma yapışıyor. Sanırım birşeyler satmaya çalışıyolar, umursamadan yürüyorum. Tepede Sacre Coeur bembeyaz parlıyor. Merdivenleri yavaş yavaş çıkıyorum. Yukarda muhteşem bir Paris manzarası. Hava kararmış ama sanki gecenin karanlığında pembe bulutlar yüzüyor. Seyir terasının merdivenlerinde bir adam Paris’in ışıklarına karşı gitar çalıp şarkı söylüyor. Gençler merdivenlere dikilmiş onu dinliyor. Karşıdan Paris’i, ışıklarını, ışıklar saçan Eiffel Kulesi’ni izliyorum.

Kiliseyi gezip tekrar dışarı çıkıyorum. Viyana'ya gittiğimden beri hem Avusturya’da hem İtalya’da kilise görmekten bıkmışım. Ama Paris’tekiler, Notre Dame da, Sacre Coeur da bi başka güzel. Ne bileyim sanki başka bir zarafet taşıyorlar. Ya da bana öyle geliyor.

Dışarda arkadaşlarımla buluşup kilisenin arka tarafına geçiyoruz. Yaz aylarında ressamların toplandığı meydanda tek tük sanatçı var. Köşedeki cafe'ye oturuyoruz. Oturduğumuz cafe'de ressamın biri bir yandan bir adamın resmini yaparken bir yandan hiç durmadan konuşuyor. Eli mi çalışıyor ağzı mı diye merak ediyoruz. Galiba resminin yapılması müşteri için sıkıcı bir süreç olduğu için bir yandan onu oyalamaya çalışıyor.

Arkadaşım Kabare Lapin Agile’e gitmeyi çok istiyor. Bir gece önceden yer ayırtmak için aramışız ama ancak dört gün sonraya, salıya rezervasyon yapabileceklerini söylemişler. Ve dört gün sonra biz yokuz. Yine de şansımızı denemek için kapıya gidiyoruz. Kapıyı tıklatıyoruz, içerden çıkan kadın kapıyı aralıyor, birazdan geleceğini söyleyip gidiyor. Ama gelmiyor. Az sonra Belçikalı olduklarını öğrendiğimiz iki kadın daha şanslarını denemek için geliyor. Onlar da hüsrana uğruyor. Küçücük kabarede gösteri 9.00’da başlıyor. Gösteri fiyatı bir içki dahil 25 Euro. Ve yerler günler öncesinden doluyor.

Bu sefer şansımızı küçük bir lokantada deniyoruz. Orası da dolu. Ama çok tatlı siyahi garson 1 saat sonrası için bize yer ayırabileceğini söylüyor. Arkadaşımın eşinin bizi beklediği cafe'de o bir saati geçirdikten sonra lokantaya gidiyoruz. Şarap eşliğinde soğan çorbası, şarapta 4 saat pişmiş biftek ve çikolatalı kekten oluşan yemeğimi bitirene kadar garsonlar bikaç defa tepemizde tur atıyor. Sonunda pes edip bitiriyorum. Çok güzel bir Montmartre gecesi böyle bitiyor.

Ertesi gün arkadaşlarım Türkiye’ye dönüyor. Benim uçağımsa onlardan bir gün sonra. Tek başıma kaldığım o günü değerlendirmek için en iyi seçenek Louvre. Eskiden gittiği müzeleri her ayrıntısıyla gezmeyi seven, ama Viyana’ya geldiğinden beri henüz (İtalya dışında) hiçbir müzeye girmeyen ben Louvre’da başka bir taktik geliştiriyorum: Müzenin girişinde dağıtılan kitapçıkta önerilen yirmi eseri gezmekle yetinmek. Çünkü Louvre’un büyüklüğüne, gezmekle bitirilemeyeceğine, en iyisinin tadını çıkarmaya bakmak olduğuna dair o kadar çok şey okumuşum ki, kendimi kasmanın anlamsız olduğunu biliyorum. Gerçekten 2,5 saatte ancak kitapçıkta gösterilen 20 kadar eseri gezebiliyorum. Zaten müzenin sahip olduğu koleksiyonların sadece yüzde 10’unu ziyaretçileriyle paylaşabildiği söyleniyor ve bu yüzden önümüzdeki yıllarda başka ülkelerde iki müze daha açılması planlanıyor. Üstelik eski bir saray olan müze binasında hiçbir sanat eseri olmasa bile, sadece binayı gezmenin yarım gün falan alacağını hissediyorum.

Paris metrosunda hiç kimseye sormadan hemen her yere gidebilmiş olan ben, Louvre’da eserlerin olduğu salonları ve katları bulabilmek için neredeyse her köşebaşında bulunan görevlilerden belki 50 kez yardım istiyorum. Belirtilen 20 eser müzenin çeşitli köşelerine dağılmış, dolayısıyla onları ararken her bölüme, her salona girip çıkmış oluyorum. Bu eserlerin içinde Mona Lisa, Milo Venüsü, Hammurabi Kanunları gibi herkesin bildiği en ünlü eserlerden tut da adını bile duymadığım resimlere kadar çok çeşitli yelpazede ürün yer alıyor. Ama eminim ki müzede önerilenlerden çok daha fazla beğenebileceğim bir sürü parça var. Yine de risk almıyorum, Mona Lisa’dan başlayarak işaretli yerleri geziyorum.

Aslında önce Mona Lisa’dan başlamıyorum. Ama kısa süre içinde ordan oraya koştururken listede yazılı eserleri bile göremeyeceğim korkusu doğuyor. Herşey bir yana bazı salonlar kapalı ve bir kattaki eseri görmek için başka bir kata inip ordan merdivenlerle tekrar eserin bulunduğu kata çıkmak gerekebiliyor. Bu durum turu daha da zora sokuyor. Açıkçası Louvre’a gelip Mona Lisa’yı görmeden dönme fikri beni korkutuyor. Doğrudan Mona Lisa’nın olduğu salona gidiyorum. Mona Lisa’nın başı pazar tezgahı gibi kalabalık. İşin ilginç yanı Orsay’de cep telefonuyla bilgi panosunun resmini almak bile yasakken Louvre’da fotoğraf çekmek serbest. Mona Lisa’nın önünde fotoğraf çekerken Linz’de Erasmus yapan üç Türk kız öğrenciyle tanışıyorum. Birbirimizin fotoğraflarını çekiyoruz. Sırf Mona Lisa’yı görmek için Linz’den kalkıp Paris’e geldiklerini öğreniyorum.

Mona Lisa benim için pek bir anlam taşımıyor. Vaktim olsa ve gezebilsem müzede daha çok beğeneceğim eserler olduğuna eminim. Osmanlı topraklarından kaçırılış hikayesini çocukluğumda okuduğum Milo Venüsü daha çok ilgimi çekiyor. Bir de tarihin en eski yazılı kanunlarından olan Hammurabi Kanunları’nın yazılı olduğu tablet. Bu tableti müze kapanmadan az önce görüyorum. Bulmak için de epey aramam gerekiyor. Benim Hammurabi kanunlarıyla işim bittiğinde, müzenin de kapanma saati gelmiş oluyor.

Hava kararmış, yapılacak bir şey daha var: Eyfel Kulesi’nin gece halini yakından görmek. Louvre’dan Eyfel’e Jardin des Tuileries’in içinden geçerek gidiyorum. Yolda insanlara yol soruyorum, turist misiniz sorusuyla karşılaşıyorum. Belki gecenin bir saati Paris sokaklarında yalnız gezen bir kadın turist fikri onlara garip geliyor. Turist dediğin gruplar halinde gezer, yanında rehberi bulunur, elinde fotoğraf makinasıyla sürekli fotoğraf çeker, değil mi ya!

Eyfel gece ışıkları içinde çok güzel görünüyor. Aklımda yukarı çıkmak da var ama ocak ortasında bir gece vakti bile önünde acayip bir kuyruk var. Belki yanımda biri olsa göze alabileceğim, ama tek başıma beklemek istemediğim bir kuyruk. Zaten Paris’in Montmartre’tan görüntüsü bana yetiyor, Eyfel’e çıkmam şart değil. Paris’in simgesi meşhur kulenin yakından fotoğraflarını çekip eve dönüyorum.

Ertesi gün dönüş zamanı. Evden sabah 09.00’da çıkıyorum. Servis vaktine birkaç saat var ve gitmediğim bazı yerlerde dolaşmak istiyorum. Metrodan Jardin du Luxembourg’da iniyorum,  parkta geziyorum. Sonra Pantheon’a gidip yapıyı dışarıdan seyrediyorum. Önünde çocuklar futbol oynuyor. Ardından Sorbonne Üniversitesi’nin kapısına gidiyorum. Kapıda bekleyen polislere içeri bir göz atıp atamayacağımı soruyorum, hayır diyorlar, ayrılıyorum. Kendime Pomme de Pain’den 2.5 Euro’ya “le mini Villageois” sandviç alıp Sen Nehri üzerindeki köprülerin birinden geçerek sonraki durak Châtelet’den metroya biniyorum. Ve Paris’e ilk geldiği yerdeyim: Porte Maillot.

Bundan sonrası işin angarya kısmı. Servis otobüsüyle Porte Maillot’dan Beauvais, havaalanında görevli doğma büyüme Beauvais'li olan ve iki dakikalık konuşmamızda bana oradaki ırkçılıktan şikâyet eden Osman, Türk pasaportumla ilgili olduğunu sandığım ayakkabılarımı çıkartmaya kadar varan aranma süreci, duty free’den (AB üyesi olmayan ülkelerin vatandaşlarına özel fiyattan) Eyfel Kulesi şeklinde brendi alışverişi, 16.15 Bratislava uçağı, uçakta içki içip sarhoş olan ve yolculuğun ikinci yarısını kahkahalarla geçiren arka koltuk komşularım, 18.15’te Bratislava’ya varış, 61 numaralı otobüsle Hlavna Stanica. Otobüs istasyona vardıktan 2 dakika sonra kalkan Viyana treni, bi sonraki tren için 2 saat bekleyiş, merak eden kardeşimin aramasına kontörüm bittiği için cevap verememem, ona mesaj atmak için gittiğim internet cafede Slovak alfabesi yüzünden mail adresimi bloke etmem ve nihayet tren saatinin gelmesiyle bekleyişin bitmesi. Trende ciyaklayan çocuklardan, bi yandan manikür yapıp bi yandan bağıra çağıra telefonda konuşan kadınlardan kaçıp sonunda erkelerin çoğunlukta olduğu bi kompartıman bulmamla huzur içinde geçen Viyana yolculuğu. Ve gece yarısına yaklaşırken yurda dönüş. Paris macerasının sonu.

Paris başta bu muymuş dedirtiyor ama sonra insanı içine çekiyor. Kalbimin birazı da orda kalıyor. Aslında göremediğim biçok yer oluyor ama sabahın köründe çıkıp akşamın köründe dönerek kaldığım evi otel olarak kullanmak istemiyorum. Beni ağırlayan aileyi çok seviyorum. Ailenin 13 yaşındaki köpeği Tomy'nin ilk gece yatarken karşı kanepeye koyduğum giysilerimi özenle yere atıp kendi yerleşmesi beni gülmekten öldürüyor.

Sonuç itibariye benim için çok güzel geçen bir yolculuk oluyor. Türkiye'den gitmeye kalksam sadece pasaport ve vize bile alamayacağım bir maliyete Paris’i görmüş, arkadaşımı da nikâhında yalnız bırakmamış oluyorum. Aslında bi eğitim değil kültürel değişim programı olan Erasmus'un bu açıdan benim için amacına ulaştığını düşünüyorum. Zaten Avrupa havaalanlarının, müzelerinin Avrupa'yı gezen Türk Erasmus öğrencileriyle dolu olması da bu durumu kanıtlıyor. 

24 Mayıs 2012 Perşembe

İtalya'nın Ardından

Sonuç olarak İtalya güzeldi. Yaşam tarzı, mimarisi, sanat eserleri büyüleyiciydi. Aslında en çok ilgimi çeken kısım, İtalyanların yaşam tarzı ile yarattıkları eserleri özdeşleştirmeye, anlamaya, aralarında bağlantı kurmaya çalışmak oldu. Bunu hala tam olarak yapabildiğimi söyleyemem. Sanırım kavrayabilmek için bu konuda biraz daha düşünmek gerekiyor. Belki de İtalya’ya tekrar gidip daha uzun süre kalmak. Tekrar gitmek için güzel bahane. 

Gezimiz son derece planlı olduğu için sorunsuz geçti. Şansımızın da yaver gitmesiyle hiçbir kötü durumla karşılaşmadık. Ama çoğunlukla neyi aradığımızı, neyle karşılaşacağımızı bilerek dolaştık. Gideceğimiz yer, kalacağımız otel, yiyeceğimiz yemek (tabii ki pizza ve makarna) belli olunca her şeyin biraz rutin olması durumunu yaşadık. Hele söz konusu olan İtalya gibi yılda milyonlarca turistin geldiği bir ülke olunca. Bu nedenle gezinin en zevkli kısmı, bizim için tam bir sürpriz olan Cenova oldu. Belki de bu yüzden en çok Cenova’yı sevdik, bilemiyorum.

İtalya’da birkaç gün içinde Leonardo da Vinci, Rimbaud, Goya, Van Gogh, Gauguin, Monet’nin yanı sıra daha bir sürü ressam ve heykeltıraşın eserlerini görmek gezimize ayrı bir değer kattı. Çoğunun birer ikişer eseriyle yetinmek zorunda kalsak da en azından haklarında bi fikir edindik. Van Gogh’un renklerine, fırça tekniğine hayran kaldık.

Tabii ki çok yorulduk. Döndüğümde sırt çantamın omzumda bıraktığı iz bir süre geçmedi. Çoğu zaman çantalarımızı odada ya da otellerde bıraktık ama 5 kiloluk çantayla gezdiğimiz de oldu. Bi de giderken kardeşimin de benim de çantalarımız 5'er kiloydu, kardeşimin çantası gittikçe hafiflerken benimki ağırlaştı. J Cenova’dan aldığım elbise, Roma ve Venedik’ten aldığım maskeler, anı olsun diye her gittiğim yerden aldığım kartpostallar ve küçük ıvır zıvırlar. Yine de olabilecek en hafif şekilde dolaşıp yapabileceğimiz en az alışverişle döndüğümüzü düşünüyorum.

Sonucun sonucu, ufuk açıcı bir gezi oldu. J

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Hazineleriyle Birlikte Batan Adalar Diyarı: Venedik



İtalya yolculuğumuz boyunca ilk defa kullandığımız hızlı trenle Milano-Venedik yolculuğu 2-3 saat civarı sürdü. Venedik Santa Lucia istasyonuna trenle yaklaşırken, hiç Venedik’e yaklaşıyormuşuz gibi gelmedi. Yani ortada ne su vardı ne deniz. J  Aslında Venedik’te ayrıldıktan sonra da uzun süre, kentin nasıl bir konuma sahip olduğunu kafamda oturtamadım. Ta ki yaptığım araştırmalardan Venedik’in bir ada şehir olduğunu, 118 adacık üzerine kurulduğunu ve bu adacıkların 170 kanalla birbirinden ayrıldığını öğrenene kadar.

Santa Lucia istasyonda trenden inince danışmaya gidip merkeze nasıl gideceğimizi öğrendik. Gece orada kalmayacağımız için eşyalarımızı bırakabileceğimiz bir yer yoktu, o yüzden emanete bıraktık. Kent merkezine ulaşım için bir seçeneğimiz Venedik kart alıp toplu taşımadan (yani kanallarda gidip gelen vaporetto’lardan) gün boyunca ücretsiz yararlanmaktı. Ama biz yine yürümeyi tercih ettik.

Yürüyüşe başladıktan bir süre sonra kanallar, köprüler, suya gömülmüş gibi duran binalarla karşılaşmaya başladık. Küçük köprülerden, daracık ara sokaklardan, labirent gibi geçitlerden geçtik. Eğer gitmek istediğimiz yönü gösteren işaretler olmasa kesin kaybolurduk. Bazen de insan kalabalığı bize yol gösterici oldu, kalabalık ne tarafa gidiyorsa o tarafa gittik. Sonunda San Marco Bazilicası’nın olduğu meydana geldik. Kiliseyi gezdik, ama artık o kadar çok kilise, katedral görmüştük ki bizim için pek anlamı olmadı. Uzun bir yürüyüşün sonunda Venedik’in bilindik sahil kasabalarına benzeyen sahilindeydik.

Venedik sokaklarında dolaşmaya başlar başlamaz en çok dikkatimi çeken şey inanılmaz güzellikte dükkânlar oldu. Merkeze doğru yaklaştıkça dükkân sayısıyla birlikte alışveriş canlılığı da arttı. Sahilde de bu canlılık devam etti. Bu dükkânlardaki her çeşit hediyelik eşyanın içinde özellikle Murano camlarından yapılmış objeler, ebruli kâğıtlar ve en çok da renk renk, çeşit çeşit, boy boy maskeler beni benden aldı. İlk maskemi gezimizin ilk gününde Roma’da Colosseo’nun önündeki satıcılar neredeyse zorla satmıştı. Hiç almaya niyetim olmadığı için uzun pazarlıklar sonucu elime tutuşturulan maskeyi Roma’dan Venedik’e kadar kırmadan taşımak için bin bir cambazlık yapmıştım. Ve onca zahmetin sonunda İtalya gezisinin son günü maske cennetindeydim. Başladığım yere mi dönmüştüm ne! J

O kadar çok dükkana girdim çıktım, maske ve camların içinde o kadar kayboldum ki, kardeşim sonunda beni “Adamlar suyun içine şehir kurmuş, senin ilgini en çok dükkanlar mı çekti” diyerek uyarmak zorunda kaldı. Adamlar suyun içine şehir kurmuş ve her yıl gelen 10 milyondan fazla turiste bunu pazarlıyordu. Ama aslında Venedik’in kuruluş hikayesi biraz daha acıklıydı.

Şehir, 15. yüzyılda Lombardlar ve diğer Alman kabilelerinin kuzey İtalya’yı istilasından kaçan İtalyanlar tarafından, istilacıların gelmek istemeyeceği bataklık üzerine kurulmuştu. (Ancak yine de tarih boyunca istiladan kurtulamamış, 18. yüzyıldaki Napolyon istilasının ardından yönetimi Avusturya’ya geçmiş, 1866’da İtalya’ya bağlanana kadar Avusturya’nın bir parçası olarak kalmıştı.) Herhalde damarlarında buram buram sanat ateşi yanan İtalyan halkı dayanamamış ve suların üstüne kurdukları ve 400 köprü ile birbirine bağladıkları bu şehri de diğer İtalyan şehirleri gibi paha biçilmez sanat eserleriyle donatmıştı. Ve Venedik, üstündeki hazineyle birlikte batmaya başlamıştı. 1987’de UNESCO tarafından Dünya Doğal ve Kültürel Mirası ilan edilmesi de onu kurtarmaya yetmeyecek gibi görünüyordu.

Gelmeden önce Venedik’in çok pahalı olduğunu duymuştuk ama sezon dışı olması sebebiyle bize ucuz bile geldi. Roma’ya göre ucuz, Viyana’ya göre bedava! 65 bin kişilik nüfusa karşılık şehri her yıl ziyaret eden 10-15 milyon turist düşünüldüğünde ekonomisinin büyük ölçüde turizme bağlı olduğunu anlamak kolaydı. Zaten rehber kitapçığımızdan öğrendiğimize göre turizmle ya da turistlere yönelik üretilen el sanatlarıyla uğraşmayanlar başka yerlerde iş aramak için şehirden göç ediyordu. Gidenlerin yerini turizm sektöründe çalışmak için başka ülkelerden gelen gençler almıştı. Oturduğumuz lokantada bize servis yapan Kosovalı genç garson bunlardan biriydi. Onunla konuşmanın bana, kendisinin hatırlayamayacak yaşta olduğu Kosova'daki savaşı hatırlattığını ve içimi sızlattığını söylemeliyim. Her ne kadar savaşı hatırlamasa da, ülkesinde 40 yaş civarı erkeklerin sayısının ne kadar az olduğunu bize anlatan da bu ufak tefek, sarışın, zayıf ama iletişimi son derece başarılı genç çocuk oldu. 

Hava karardığında merkezdeki büyük kanaldan bir vaporetto’ya binerek tren istasyonuna döndük. Ve Venedik-Viyana gece trenini beklemeye başladık. Perona gittiğimizde Avusturya Demiryolları görevlileri bizi öyle içten ve sıcak karşıladılar ki kendimi şimdiden evimde hissettim. Zaten peronda Viyana yazısını görünce gözlerimin parladığını gören kardeşim Viyana’yı ne kadar sevdiğime dair ilk yorumunu yapmıştı bile. Evet, İtalya harikaydı ama geçici evim Viyana’daydı. Ve sorsalar, şansın olsa yaşamak için İtalya’yı mı seçersin, yoksa Viyana’yı mı diye, kesinlikle Viyana derdim.

Bize kuşetli vagonda kişi başı 29 Euro’ya mal olan ve 21.05’te başlayan tren yolculuğu zor geçti. Diğer vagonlarda insanlar yayılıp yatmıştı ama biz biraz geç bindiğimiz için bizden önce gelen ve tahminimce numarasız bileti olan yaşlı bir adam koltuklardan birine yerleşmişti. Bu nedenle biz yayılamadan, sadece kendi koltuklarımızda uyumak zorunda kaldık. Zor bir yolculuğun ardından sabah 8.20’de Viyana’ya vardık. Hütteldorf istasyonunda aktarma yaptığımız trenin son varış noktası Meidling’ti. Meidling’ten Liesing’e geldik, yurtta biraz dinlenip bir şeyler atıştırdık. Sonra kardeşimin yurtta bıraktığı çantaları alıp havaalanına gittik. Kardeşim yine Pegasus uçağıyla Türkiye’ye, ben Liesing’teki geçici evime... Yorucu olduğu kadar harika geçen İtalya gezimiz sona ermişti... 

22 Mayıs 2012 Salı

Milano



Milano’yu turumuza dâhil etme sebeplerimizden biri bağlantı yollarının üstünde olması, diğeriyse yakınında bulunan Como Gölü’ydü. Ancak zaman kısıtlaması nedeniyle Como Gölü plandan çıkınca, Milano bizim için sadece geceyi geçirilecek bir ara durak oldu.

Cenova’dan gece kalkan trenle ayrılıp 1,5-2 saat süren 150 kilometrelik bir yolculuğun ardından geç saatlerde Milano’da olduk. Geceyi Milano’da geçirip ertesi sabah erkenden Venedik’e hareket etmeyi planlamıştık. Gitmeden önce ve sonra duyduğumuza göre Milano’da lüks ve zenginlikten başka görecek pek bir şey yoktu. (Yine de kentte en azından bir gün gezip ünlü gotik katedrali Duomo'yu görmek, alışveriş caddelerinde şöyle bir turlayıp kentin havasını koklamak fena olmazdı.)

Şehre giden trende gördüğümüz moda dergilerinden fırlamış kadar bakımlı iki kadını saymazsak, daha istasyona iner inmez Milano'daki lüks ve moda çılgınlığı konusunda bazı ipuçları yakaladık. Tren istasyonu şimdiye kadar gördüklerimizin içinde en büyük ve en güzeliydi. İçinde lüks mağazalar ve cafe'ler vardı. İstasyondaki pastanelerin bile lüks ve tarihi olduğunu söylemem bu konuda bir fikir verebilir diye düşünüyorum.

İstasyondan çıkıp karanlık sokaklarda otelimizi aradık. Çevre ve insanlar biraz korkutucuydu. Bu şehrin Cenova kadar güvensiz olduğunu düşünmemekle birlikte, muhtemelen istasyon çevresi biraz riskli bir bölgeydi. Sonunda otelimizi bulduğumuzda, artık gece birilerinin odamıza dalmamasından başka bir beklentimiz yoktu.

Neyse ki sorunsuz bir gecenin ardından sabah erkenden otelden ayrıldık. İlk defa kaldığımız bir yerde kahvaltı paralıydı, almadan çıktık. Gündüz gözüyle görünce otelin sokağının o kadar güvensiz olmadığını fark ettik. Çevrede çok sayıda ev vardı. Gecenin karanlığında bize korkutucu ve ıssız gelen sokak, aslında apartmanların olduğu, ailelerin yaşadığı normal bir bölgeydi. Kahvaltımızı tren istasyonundaki bir cafe'de kahve içip sandviç yiyerek yaptıktan sonra trene bindik, ver elini Adriyatik kıyıları, Venedik...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Yolculuğun En Büyük Sürprizi: Cenova



Roma, Floransa, Pisa çok güzel. Ama haklarında o kadar çok konuşuluyor, o kadar çok şey duyuluyor ki neyle karşılaşacağınızı bilerek gidiyorsunuz. Her yerde binlerce turistle birlikte dolaşıyorsunuz. Japonlar sanki Avrupa’yı istila etmek için gelmişler. (Hatta belki de bir gün adalardan oluşan ülkeleri sular altında kalır diye dünyanın dört bir tarafına dağılıp kendilerine yeni ülke seçiyorlar. J) O kadar çok Türk var ki bazen kendinizi nerdeyse Türkiye’de hissediyorsunuz. Buralarda yaşadığınız duygu, “Evet, Roma’dayım”, ya da “Pisa Kulesi’ni ben de gördüm” duygusu oluyor. Ama Cenova bambaşka. Biz, gerçek İtalya’yı Cenova’da yaşadık.

Gezinin son günlerini baştan tam olarak planlamadığımız için buradaki kalacak yeri Floransa’da ayarlamıştık. Son ana kaldığı ve çok araştırma şansımız olmadığı için seçeneğimiz de beklentimiz de sınırlıydı. Cenova’ya vardığımızda geceydi. Yine istasyona yakın, Mini Otel diye bir yerde kaldık. İstasyondan biraz uzun bir yürüyüşle ulaştığımız otel limana yakın, pek tekin olmayan bir sokakta bulunuyordu. Resepsiyondaki görevliyi görene kadar biraz ürktüm. Ama gecenin bir yarısı tekinsiz bir kentin tekinsiz bir sokağında bilmediğimiz bir otelde karşılaştığımız kadın görevlinin beni çok rahatlattığını söylemeliyim.

Eşyaları bırakıp çıktık, hemen deniz kenarına gittik. “Porto Antico” denen Antik Liman’da kocaman bir korsan gemisiyle karşılaştık. Sonradan öğrendiğime göre bu gemi Roman Polanski’nin Pirates filminde kullanılan bir korsan gemisiymiş. Kesinlikle ilham verici!

Limanda yaptığımız gezinti, korsan gemisinin uyandırdığı ilk izlenimi pekiştirecek türdendi. Liman boyunca sıralanmış meyhanelerde gruplar halinde oturup içki içen erkekler. İçlerinde hiç kadın yok, dışarıdaysa tek tük var. Sanki deniz kıyısındaki meyhanelerde oturan o erkekler birazdan korsan gemilerine atlayıp Akdeniz’e açılacak gibiydi. Cenova’ya ilk adım attığım andan itibaren istasyonda ve sokaklarda gördüğüm, İtalya’nın diğer yerlerindekilere değil, ama birbirlerine benzeyen, karakteristik bir yüz şekline sahip kadınlar da bu korsan denizcilerin karıları olmalıydı.    

Evet, Cenova benim gözümde yüzyılların ötesinden bugüne uzanan bir korsan şehri olarak canlandı. Bu şehrin tekinsizliğini sevdim galiba ben en çok. Denizcilerin maço kültürünü hissettim orda. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, Cenevizli denizcilerin ruhunu hissettim. Bir zamanlar bir kaptan, “ruhu olan şehirleri severim ben” demişti, ben de severim. Cenova’nın gerçekten bir ruhu vardı. Tarihten aldığı güçle hala yaşayan bir ruh.

Gece ıssız sokaklarda sigara parası isteyen dilenciler, pantolonlarımızın paçasından tırmanmaya çalışacak kadar evcilleşmiş(!) fareler, gecenin bi yarısı otelin önünde kavga eden gençler... Hem gerçek İtalya'yı gördük biz Cenova’da, hem de tarihi kokladık gerçek anlamda.

Limanda karnımızı doyurmak için oturduğumuz pizzacı o kadar gerçek, o kadar İtalyandı ki. Aslında İtalyanlar için pizzanın bizdeki lahmacun gibi olduğunu farkettim orda. Dükkân epey kalabalıktı ve bizim dışımızdaki müşterilerin hepsi yerliydi. Pizza ustaları aynı bizim lahmacun ustalarına benziyorlardı. Pesto soslu pizza, makarna ve kötü şaraptan oluşan yemeğimizi yedik, uzun uzun çalışanını fırçalayan sert dükkân sahibini hesap için epey bekledik ve kazıklanıp kalktık. Ama yine de Cenova’da başımıza gelen en kötü şeyin kazıklanmak olması, bize kendimizi şanslı hissettirdi. J

Ertesi gün ilk iş olarak, oteldeki görevlinin önerisiyle Nervi’ye gittik. Nervi şehrin biraz dışında, merkez istasyondan trenle ulaşılabilen, zenginlerin yaşadığı bir semtti. Oraya yaptığımız yolculuk Cenova’nın tarihinin ipuçlarını serdi önümüze. Sırtını arkasındaki dik dağlara yaslamış, yüzünü Akdeniz’e dönmüş korunaklı bir liman. İzlerini ara sokaklarında gizlemiş 1000 yıllık (belki daha eski) bir tarih. İtalya’ya geldiğimizden beri içinde dolaşmak için ilk defa tren ve otobüs kullanmaya mecbur kaldığımız büyüklükte modern bir şehir.

Nervi cennet gibiydi. Trenden inince lüks evlerin bulunduğu arka sokaklarda zaman kaybetmek yerine, istasyona yakın kafede kahve içip bir şeyler atıştırarak kendimizi deniz kıyısına attık. Akdeniz’e tepeden bakan daracık yürüyüş yolunda, Roma’dan beri ilk defa bizi ısıtan sıcacık güneşin altında saatlerce yürüyüş yaptık. Nefisti. Aslında Nervi anlatılacak gibi değildi. Belki de anlatılmaz yaşanır cümlesinin cisimleşmiş haliydi.

Nervi’den sonraki durağımız şehrin turistik mezarlığı olacaktı, olamadı. İtalya’ya geldiğimizden beri ilk defa kaybolduk. Dönüş yolunda trenden indiğimiz ara durakta, mezarlığa gitmek isterken ters yöne giden otobüse bindik. Bir durak sonra fark edip indiğimizde, gezinin ikinci sürpriziyle karşılaştık: Palazzo Ducale Fondazione per la Cultura’da daha başlayalı bir hafta olmamış bir Van Gogh sergisi. Kısa bir kararsızlıktan sonra bu fırsatı değerlendirmemiz gerektiği sonucuna vardık ve kendimizi sergiye attık. Aslında ben Cenova’da geçireceğimiz bu kadar kısa süreyi sergi gezerek harcamak istediğimden emin değildim, biraz da arkadaşımızın ısrarıyla sergiye girmeyi kabul ettim. Ama kısa sürede yanıldığımı anladım. Van Gogh’un ilginç fırça tekniğini ve parlak canlı renklerini unutamadığım harika resimlerine âşık oldum! Sergide Van Gogh’un yanı sıra Gauguin, Monet, Edwin Church, Kandinsky ve daha birçok ressamın resimleri vardı. Arasak bulamayacağımız bir sergiyi Cenova’da kaybolmuşken bulmak bizim için muhteşem bir deneyim oldu.

Sergiden sonra otobüsü doğrultup anıtsal heykelleriyle meşhur, Avrupa'nın en büyük mezarlıklarından biri olan Staglieno Mezarlığı'nı (Cimitero Monumentale di Staglieno) bulduk. Uçsuz bucaksız mezarlık gerçekten inanılmazdı. Girişteki uzun galeriler heykellerle, çiçeklerle ve mumlarla kaplıydı. Bahçesi göz alabildiğine süslü mezarlarla doluydu. Muhtemelen kentin mezarlığına yapılan yatırım ve harcanan emek, Türkiye’de insanların yaşadığı çoğu bölgeye yapılandan fazlaydı. Zaten daha mezarlığa girmeden dışarıdaki çiçekçi bolluğundan içerde neyle karşılaşacağımız az çok anlaşılıyordu. Devasa heykellerle ve kucak kucak çiçeklerle süslenmiş bu mezarlık, kesinlikle ününü hak ediyordu.

Mezarlıktan sonra sırada Castelletto vardı. Tekrar otobüse binerek yaşlı bir İtalyan teyzenin tarifiyle eski şehre doğru yollandık. Epey bir yol gittikten sonra kadının “galeri” diye söz ettiği tüneli gördük. Otobüste yol sorduğumuz adamsa bizi indiğimiz duraktan Castellito’ya çıkacağımız asansöre kadar götürdü. Siena’daki yürüyen merdiven macerasından sonra bu sefer asansörle çıktığımız tepede müthiş bir kuşbakışı Cenova manzarasına ulaştık. Güneşin son ışıklarının bahşettiği manzarayı izledikten sonra bu sefer merdivenlerden yürüyerek aşağı indik. Yorulana kadar Cenova’nın daracık tarihi sokaklarında dolaştık. UNESCO tarafından koruma altına alınmış sokakları, binaları gezdik. Tabii ki “Avrupa’nın en büyük suriçi tarihi şehir merkezi” olduğu söylenen bölgeyi o kadar kısa sürede tamamen gezdiğimizi iddia edemem. Ama yine de Cenova’da az zamanda çok yer görmeyi başardığımızı söyleyebilirim. Aynı gün içinde kentin denizinin, sanatının, tarihinin, hatta ölümünün tadına bakabildik. Bütün bir gün süren koşturmanın ardından iyice yorulduğumuzda otelimize de epey yaklaşmıştık.

Cenova, her şeyin ötesinde, otelimizin bulunduğu sokakta genç bir Çinli kadının dükkanından aldığım triko elbiseyle de aklımda yer etti. Daha doğrusu benim için o kadar özel olmuş bir şehirden böyle bir hatırayla ayrılmak beni mutlu etti. O kadar dar zamana vitrinde gördüğüm elbiseyi deneyip beğenip alma becerisini nasıl gösterdiğimi bilmiyorum. İngilizce bilmeyen Çinli kadının bir daha asla görmeyeceği müşterisine doğru elbiseyi satmak için gösterdiği çabayı ve el kol hareketleriyle beni doğru elbiseye yönlendirebilme becerisini ise unutamıyorum. Hepsinin ötesinde, Çin’de üretilen ve Cenova’da satılan bir elbisenin benimle birlikte Venedik ve Viyana’yı, ardından arkadaşımın nikahı için gittiğim Paris’i görüp yolculuğuna Türkiye’de son vermesi, bir zamanlar denizlerde fırtınalar estiren Cenovalı korsanların geleceğin dünyası hakkında hayal edebilecekleri bir şey miydi, hala düşünüyorum.

İtalya gezimizin sürprizi Cenova, Cenova'nın sürprizi Van Gogh olmuştu. Döndükten sonra araştırırken karşıma çıkan başka bir sürprizse, küreselleşme karşıtı eylemlerde hayatını kaybeden ilk kişi olan Carlo Giuliani’nin 2001’de Cenova’daki G-8 Liderler Zirvesi'ne karşı yapılan eylem sırasında polis tarafından kurşunlanmış olmasıydı. Carlo geçen yıl hazırladığım "Küreselleşme" sunumumun son slaytından uzun uzun sınıfımızı izlemişti. Ve ben Cenova’da belki de bilmeden, genç yaşında daha iyi bir dünya mücadelesi uğruna hayatını kaybeden bu çocuğun vurulduğu sokaklarda dolaşmıştım. Dünya bazen ne kadar küçük!

20 Mayıs 2012 Pazar

Ve Akdeniz!


Floransa’dan sonraki planımız kuzeye devam ederek Cenova’ya gitmek. Ama ikinci gün yaptığımız şehir turu ve Michelangelo Tepesi ziyareti nedeniyle Floransa’dan ayrılmamız zaman alıyor. Oysa Cenova’ya geçmek isteme sebebimiz, kardeşimin yabancı bir blogtan okuduğu Floransa-Cenova tren yolculuğu hakkında bir yazı. Kardeşimin yazıdan öğrendiğine göre, deniz kıyısından yapılan yolculuk muhteşem Akdeniz manzaraları eşliğinde gerçekleşiyor. Ve kardeşim Viyana-Bratislava-Roma-Siena-Floransa-Pisa’da geçen denizsiz günlerin ardından artık bir Akdeniz havası almak istiyor. Ayrıca planda Cenova’ya yakın Portofino’yu da görmek var ama yetişmeyeceğini anlayınca burayı gözden çıkarıyoruz. Yolculuğun geceye kalma riski sebebiyle seyahatin Cenova ayağı bize biraz gereksiz olacakmış görünüyor. Bir de Pisa’ya giderken trende konuştuğumuz bir Hollandalı Bologna’yı gördüğünü ve çok güzel bulduğunu söyleyince acaba Bologna üzerinden mi Venedik’e geçseydik düşüncesiyle epey bir kafamız karışıyor.

Bunlara rağmen kardeşimin ısrarıyla planımızı değiştirmiyoruz, Floransa’dan Cenova’ya doğru yola çıkıyoruz. Zaten yolun ilk kısmı bir önceki günkü gibi, Pisa’ya doğru gidiyor. 157 kilometre sonra La Spezia Central istasyonunda aktarma yapıyoruz. Pisa’dan sonra Cenova Piazza Principe istasyonuna 2,5 saat kadar süren bir yolumuz var. Pisa’yı geçtikten sonra Akdeniz’i görme umuduyla yolculuğumuza devam ediyoruz. Ama yok. Gidiyoruz, gidiyoruz, deniz görünmüyor. Sonra bir tünele giriyoruz, bitmek tükenmek bilmiyor. Son bir umut diyorum ki: “Şimdi bu tünel bitecek ve müthiş bir Akdeniz manzarası karşımıza çıkacak.” Bingo, aynen öyle oluyor. Tepeden görünen Akdeniz’in üzerinde güneş muhteşem bir şekilde batıyor. Derin bir nefes alıyoruz.

Ancak manzara çok sık tünellerle kesiliyor. Gerçekten yolculuk “Akdeniz manzarası eşliğinde muhteşem bir yolculuk” olarak anlatılacak gibi değil. Zaten bir süre sonra da hava kararıyor. Cenova’ya yaklaştıkça kısa bir süre önce yaşanan sel felaketinin izlerini görmeye başlıyoruz. Kardeşim yol üstündeki çok güzel beş Akdeniz köyünden söz ediyor. Portofino’nun sırt çantalı interrailcileri bunalıma sokabilecek kadar lüks bir yer olduğunu öğrenip gitmekten tamamen vazgeçmiş olmamız sebebiyle, ertesi gün Cenova’yı beğenmezsek Cinque Terre adı verilen bu küçük köyleri ziyaret etmeye karar veriyoruz.

Ve Cenova maceramız başlıyor!

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Mimari Hatanın Meşhur Ettiği Kule: Pisa



Pisa’ya Floransa’ya geldiğimizin ertesi günü, yaptığımız ilk rehberli turdan sonra gidiyoruz. Çünkü öğleden sonramız boş ve ertesi gün bir Floransa turu daha var. Öğle yemeğimizi rehber kitapta ucuz ve lezzetli bir lokanta olarak önerilen La Lampara’da Toscana usulü et, makarna ve şarap üçlüsüyle tamamladıktan sonra istasyona gidip Pisa trenine bilet alıyoruz. Yaklaşık bir saat süren 80 kilometrelik yolculuğun ardından Pisa Centrale istasyonuna varıyoruz. Aslında Floransa’da iki gün üst üste şehir turu olmasa bir önceki gece Pisa’ya gelip ertesi sabah Pisa’dan devam etmek daha mantıklı olacak ama ikinci günkü şehir turuna katılmak ilk gün öğleden sonramızı boş bırakıyor. Biz de Floransa’da kalıp göremediğimiz müzeleri gezmek yerine Pisa’yı aradan çıkarmak istiyoruz. Çünkü toplam zamanımız sınırlı ve kuzeye doğru daha çok yolumuz var.

Kentte ilk dikkatimi çeken şey, Viale Antonio Gramsci. Bu önemli Marksist kuramcının adının hem Siena’da, hem Floransa’da, hem Pisa’da ya bir meydana, ya bir caddeye, ya bir sokağa verildiğini görmüş olmak beni şaşırtıyor. Acaba buralarda bir yerlerde mi doğmuş diye merak ediyorum ama öyle bile olsa bu açıklama benim için yeterli değil. (zaten doğmamış da) Aslında Viyana’da Marx ve Engels’in adının verildiği konutlar, bölgeler de beni şaşırtıyor. Fark ediyorum ki bu ülkeler yetiştirdikleri bu insanlarla gurur duyuyor.

Pisa’nın lüks ve güzel dükkânlarla dolu caddelerini arşınlayarak Pisa kulesine doğru gidiyoruz. İki yanında bulunan binaların suya yaptığı yansımayla renklenen Arno nehri burada da muhteşem görünüyor. Sonunda caddeleri geçerek ünlü Pisa Kulesi’ne ulaşıyoruz. Gerçekten eğik! J Elini kuleye dayamış kuleyi tutuyor gibi poz vererek fotoğraf çektiren onlarca insan var. Benim tercihim kuleyi düz gibi gösteren bir fotoğraf oluyor. J Kule çevresindeki katedrale, vaftizhaneye göz atıyoruz. Hediyelik eşya sergilerini geziyoruz. Hava kararmaya başlayınca, Pisa Üniversitesi’nin binalarının bulunduğu sokaklardan geçerek istasyona geliyoruz ve gelen ilk trenle Floransa’ya dönüyoruz.

18 Mayıs 2012 Cuma

Rönesans'ın Doğduğu Şehir: Floransa



Floransa’yı en çok, geçen yıl okuduğum bir kitapta adı geçen Stendhal Sendromu’ndan dolayı merak ediyorum. İnsanların sanat eserlerinin muhteşemliği karşısında kendilerini kaybettikleri kent. Her adımında tarih ve sanat kokan bir Rönesans abidesi.

Floransa SMN istasyonuna vardığımızda vakit öğlen civarı. Via Faenza 94r adresindeki hostel yine tren istasyonuna yakın ama bu sefer bulmakta biraz zorluk çekiyoruz. Çünkü Floransa’da kapı numaraları evler ve işyerleri olarak ayrılmış, hiçbiri birbirini tutmuyor. Sokağında yırtık bir İtalyan bayrağı asılı hostelimizi sonunda buluyoruz ve sonraki günlerde sokağı bulmak için hep bu yırtık bayrağın izini sürüyoruz. J

Buradaki hostelimiz Archi Rossi. Tren istasyonuna yakın olmasının yanı sıra, belki de gezi boyunca kaldığımız en tatmin edici mekân. Kaldığımız her yerin bazı artıları, bazı eksileri var. İçlerinden en çok artısı olan yer burası. Çünkü iki gün üst üste rehberli şehir turunun yanı sıra, kaldığımız ay itibariyle ücretsiz akşam yemeği de sunuyor. Hem kahvaltı, hem akşam yemeği için çok sayıda seçenek var. Ücretsiz sundukları pizzalar, Türkiye’de yediğimiz en iyi pizzalardan daha iyi. Şimdiye kadar kaldığımız yerlerin en büyüğü, dolayısıyla en kalabalığı. Dünyanın her tarafından İtalya’yı gezmek için gelmiş çok sayıda genç var. İsrailliler, Avustralyalılar, Uzak Doğulular. Hostelin duvarları misafirlerin yazdığı yazılarla kaplı. Bahçesi ve iç mekânları heykellerle, resimlerle.

Hostele gittiğimizde gezi planımız netleşiyor. Ertesi gün ülkenin en ünlü sanat galerisi Uffizi kapalı ve ertesi sabah hostelin düzenlediği rehberli şehir turu var. Bu durumda ilk günümüzü bu ünlü müzede değerlendirmeye karar veriyoruz. Önünde uzayan kuyruklarla meşhur, gezmek için bir gün önceden rezervasyon yaptırmak gerektiği söylenen Uffizi’ye mevsim itibariyle hiç sıra beklemeden, elimizi kolumuzu sallaya sallaya giriyoruz. Bu galeriyi gezmeye başlarken ne görmek istediğimizi bilmemiz gerektiğini söylüyorlar, gerçekten öyle. Eğer ne aradığınızı bilmezseniz resim kalabalığı içinde kayboluyorsunuz. Ya da bizim gibi Osmanlı sultanlarının koridorlara asılmış çirkin resimlerine takılıp kalıyorsunuz. Bir iddiaya göre sultanlar aslında o kadar çirkin değilmiş ama Batılı ressamlar gıcıklıklarından bu kadar çirkin resmetmişler. Bilemiyorum, Osmanlı’da resim diye bir şeyin olmadığı dönemden bahsediyoruz, her şey mümkün. Aynı dönemde Batı’da eline her fırçayı alan bir şey çizmiş olsa gerek ki, bugün geriye kalanlar bile müzeler doldurmaya yetiyor.

Resimlerin çoğu dini içerikli, bir süre sonra insanı boğmaya başlıyor. Ünlü ressamların tabloları aralarda tek tük duruyor, başta dediğim gibi ne aradığınızı bilmezseniz o kalabalıkta dikkat etmeden geçip gidiyorsunuz, ya da yanlışlıkla atladığınız bi salon size Leonardo’yu kaçırtıyor. J  İlk turumuz bittikten sonra ikinci kez dolaşmamıza ve arada kaçırdıklarımızı aramamıza karşın, belki de müzenin simgesi olan Boticelli’nin Venüs’ün Doğuşu benim açımdan böyle bir akıbete uğruyor. En çok ilgimi çeken resim, çocukken Hayat Ansiklopedisi’nde dedemin bana gösterdiği Âdem ve Havva resmi oluyor. Her ne kadar bu resmin asıl resimden başka bir ressamın yaptığı kopya olduğunu öğrensem de çocukluk hatıralarımı gün yüzüne çıkarıp beni etkiliyor.

Müzenin içinde Michelangelo, Leonardo da Vinci, Boticelli, Rafaello, Caravaggio, Rubens, Rembrandt resimleri. Dışında Machiavelli, Boccaccio, Gallilei, Americo Vespucci heykelleri. Avlusunda resim yapıp satan kaldırım sanatçıları-sokak ressamları. Yanında son derece güzel köprüleriyle Arno nehri. Burası galiba biraz rüya gibi bir yer. J

Uffizi'de akşamı yapıyoruz. İçindeki gezimiz bittikten sonra ilk Floransa akşamımızı müzenin terasında dinlenerek karşılıyoruz. Ertesi sabah erkenden kalkıp güzel rehberimiz Constantza eşliğinde şehir turuna çıkıyoruz. Siena’dan sonra burada da hava soğuk, özellikle sabahın erken saatlerinde. Constantza bize kentin tarihi, Rönesans’taki yeri, tarihine damgasını vurmuş Medici ailesi, sanatına damgasını vurmuş ressam ve heykeltıraşları ile ilgili çok sayıda bilgi veriyor. Tek başımıza gezsek asla bilemeyeceğimiz ayrıntıları anlatıyor. Hangi kilisenin yapımı neden yarım kalmış, ünlü Santa Maria del Fiore katedralinin (Duomo) tepesindeki İsa ve havari heykellerinin arasında neden hain Yahuda da yer almış, 1966’daki selde sular nerelere kadar çıkmış ondan öğreniyoruz. Bize barok ve gotik eserler arasındaki farkı, Medici ailesine ait binanın duvarlarındaki Viyana resimlerinin sırrını anlatıyor. Elinde Medusa’nın başını tutan Perseus heykelinde Perseus’un kafasının arkasına heykeltıraşın kendi yüzünü işlediğine, katedral kapısındaki Nuh’un gemisini tasvir eden kabartmalara onun sayesinde dikkat ediyoruz. “Sabinli Kadınların Kaçırılışı”nın hikâyesini öğreniyoruz. Bu arada yaz aylarında gelmiş olsak kalabalıktan yanlarına bile yaklaşamayacağımızı söylediği yapıları yakından inceleme ve fotoğraflama şansımız oluyor.

İki ayrı heykeltıraşın Davud heykelleri iki ayrı müzede sergileniyor. Biz ikisine de gitmeyip açık havadaki kopyayla yetiniyoruz. Her ne kadar asılları müzelerde kapalı olsa da her yer heykel, her yer sanat eseri, Roma’da olduğu gibi şehrin havasını şöyle bir solumak yetmiyor. Floransa Roma’ya benzemiyor. Roma daha geniş, daha havadar bir imaj sunarken Floransa daha küçük, daha sıkışık geliyor bize. Yine her yere yürüyerek gidiyoruz ama dönüşlerde hostelimizi bulmakta biraz zorlanıyoruz. Çünkü tüm sokaklar, binalar birbirine benziyor. Neyse ki yırtık İtalyan bayrağı var. J

Ertesi günkü turda ise Arno nehrinin öteki tarafına geçiyoruz. Ponte Vecchio köprüsünün hikâyesini de rehberimiz Constantza’dan dinliyoruz. Anlattığına göre tarihi 14. yüzyıla uzanan köprü üzerindeki dükkânlar başlangıçta tabakhanelerden oluşurken, daha sonra köprü kuyumcuların mekânı olmuş. Çünkü Medici’ler nehrin iki ayrı tarafındaki saraylarını birbirine bağlamak için köprü üzerinde bir geçit yapmışlar. Sonra da köprüdeki kokulardan rahatsız olup tabakhaneleri kaldırmışlar. Burda dinlediğimiz hikâyelerin de çoğu Medicilerle ilgili. Medici ailesine ait Pitti Sarayı’nı dışarıdan görüyoruz. İtalyan birliği ilk kurulduğunda ve Floransa ilk başkent olduğunda buranın devlet başkanının konutu olarak kullanıldığını ve Roma’da tanıdığımız meşhur Vittorio Emmanuel’in burada ikamet ettiğini öğreniyoruz. Yol üstünde bir evin cephesinde Dostoyevski’nin adına rastlıyorum. Rehberimizden onun da bir vakitler yolunun buraya düştüğünü öğreniyorum.

Tur sona erdiğinde Constantza bize Piazza Michelangelo’ya çıkmamızı öneriyor. Ayrılmak için fazla zamanımız olmamasına rağmen önerisini dinlemeye karar veriyoruz. Ne de olsa rehber olan o. Yemyeşil ağaçlarla kaplı merdivenli bir yoldan kan ter içinde tepeye çıkıyoruz. Yorucu bir yürüyüş olmasına rağmen çıktığımıza değiyor. Tepe Floransa’yı kuşbakışı görüyor. Floransa’da evlenen çiftler nikâhtan önce burayı ziyaret ediyor. Çekik gözlü güzel bir gelin fotoğrafını çekmek istediğimi görünce hemen bana poz veriyor. Ne de olsa bunun için hazırlanmış. J Dönüşte tepeden tren istasyonuna doğrudan otobüs var. Ama ilk geldiğimiz gün fotoğraf çekmenin yasak olduğu Uffizi’de düşürdüğümü sandığım fotoğraf makinesi kılıfını sormak için tekrar müzeye uğramalıyız. İçimden bir ses bulsalar da vermeyeceklerini söylüyor. Bana pek gerçekleri söylemeyi başaramayan iç sesim bu sefer haklı çıkıyor. Belki gerçekten bulamamışlardır diye kendimi avutuyorum. L

Floransa’ya İtalyanlar Firenze diyorlar. Constantza’dan Floransa’nın asıl güçlü günlerini Rönesans öncesi dönemde yaşadığını, Rönesans’ın başlamasına yaptığı katkılardan sonra eski gücünü kaybettiğini öğreniyoruz. Bu da 15. yüzyıl sonlarında Medici ailesinin gücünü kaybettiği döneme denk geliyor. Nedense duyduklarım bana hiç inandırıcı gelmiyor, Floransa ve Rönesans arasında doğrudan bağlantı kurmaya alışkın geçmiş bilgilerimizle uyuşmuyor. Ama tabii ki söyledikleri, Floransa’nın Rönesans’ı hazırlayan şehirlerin en başta gelenlerinden olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Tarihte sanat merkezi olarak yer etmiş Floransa, bugün aynı zamanda bir alışveriş merkezi olma özelliği taşıyor. Dar sokaklarını süsleyen lüks mağazalar da şehrin her yanını süsleyen sanat eserleri gibi insanın gözünü kamaştırıyor. Constantza özellikle kadınları lüks dükkânların sıralandığı sokaklardan geçerken sağlarına sollarına bakmadan yollarına devam etmeleri konusunda uyarıyor. J

Rehberimizden ayrıca Ortaçağ boyunca Siena, Floransa ve Pisa’nın birbiriyle rekabet içindeki kent devletleri olduğunu öğreniyoruz. Hepsi diğerleri içinde en güçlü olmak, yarışı en önde bitirmek istiyor. Sonundaysa mücadeleyi kazanan Floransa olmuş gibi görünüyor. Bu başarısını neye borçlu olduğunu bilmiyorum, ama yine Constantza’nın verdiği, şehrin çöplerini Arno nehrine döküp Pisa’ya gönderdikleri bilgisi en azından bu konuda bir fikir veriyor J

Floransa’dan da Vatikan gibi belki bir gün tekrar gelirim, Michelangelo’nun Davud heykelinin bulunduğu Galleria dell’Accademia’yı gezebilirim, Machiavelli’nin ve birçok ünlü Floransalının yattığı Santa Croce Basilicası’nı ziyaret edebilirim dileğiyle ayrılıyorum. Fotoğraf makinemin kılıfıyla birlikte kalbimin de bir kısmı bu büyüleyici kentte kalıyor.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Yürüyen Merdivenle Çıkılan Ortaçağ Kenti: Siena



Öğleden sonra Roma’dan ayrılıp kuzeye doğru yola devam ediyoruz. 254 kilometrelik Chiusi aktarmalı yolculuğumuz 3,5-4 saat sürüyor. Durağımız Siena. Kardeşimin isteğiyle rotaya eklenmiş küçük bir Ortaçağ şehri.

Trenimiz Siena’ya vardığında gece olmuş. Yine elimizde bir adres, ilginç bir yol tarifi. Eski şehre çıkmak için bir asansör arıyoruz. İstasyondan çıkınca bir alışveriş merkezinin önünde sigara içen kadınlara soruyoruz, bizi yürüyen merdivenlere yönlendiriyorlar. Yürüyen merdivenlerden çıkmaya başlıyoruz. Çıkıyoruz, çıkıyoruz, çıkıyoruz. Merdivenlerin biri bitiyor biri başlıyor. Olay birden gerçeküstü bir hal alıyor. Aklıma küçüklüğümde izlediğim “Jack ve Fasulye Sırığı” adlı masalsı film geliyor. Kaç ayrı yürüyen merdivene biniyoruz, ne kadar yol gidiyoruz, kaç metre yükseğe çıkıyoruz bilmiyorum ama her şey bittiğinde tepede, eski şehrin merkezindeyiz. Sur duvarlarıyla çevrilmiş yemyeşil sokaklarda bu sefer “Casa di Alfredo”yu arıyoruz. Gece karanlığında kısa bir arayışın ardından, Via Lelio e Fausto Socino 4 adresinde küçük otelimizi buluyoruz.

Bulduğumuz yer bahçe içinde, son derece sevimli bir ev. Kapıya gittiğimizde üstünde ismimiz yazılı bir hediye paketi, paketin içinde dış kapı ve oda anahtarları. Ev sahiplerimiz hiç tanımadıkları misafirlerine anahtarlarını bırakıp çoktan uyumuşlar. Bu olay bana, çocukken anneannemin ev anahtarlarını sokak kapısının üstündeki pervazda bırakarak uyumasını hatırlıyor.

Gerçi otelin sahibesi hakkında duyduklarımız pek hoş değil, biraz ters bir kadın olduğunu bilerek gidiyoruz. Sabah karşılaştığımızda, her ne kadar İngilizce bilmediği için pek bir iletişim kuramasak da, gerçekten de sert bir kadın olduğunu tavırlarından anlıyoruz. Ancak bize güzel bir kahvaltı sofrası hazırlatıp omlet çırptırması hoşumuza gidiyor. Kahvaltıdan sonra şehri dolaşmak için çantalarımızı bırakmamıza da izin veriyor. Ama öğlene kadar gelmemiz şartıyla. Çünkü öğlende kapıları kilitleyip öğlen uykusuna yatacak. J

Şehri Japon bir turist grubu eşliğinde dolaşıyoruz. Hava çok soğuk. Kuzeye gitmemizden çok, o kadar yükseğe çıkmamızın etkisi olduğunu düşünüyorum. Siena, surları, daracık sokakları, taş binalarıyla çok hoş bir Ortaçağ şehri. Merkezindeki kocaman çeşmedeki heykellerin ağzından akan suyla susuzluklarını gideren kuşlar çok sevimli. Küçük hediyelik eşya dükkânları çok hoş. Dükkânında çeşitli renkler ve şekillerdeki mumları müşterilerin gözü önünde üreten ve satan genç kız çok tatlı. Hiçbir şey değilse, yürüyen merdivenle şehre çıkmanın bize yaşattığı deneyim eşsiz.

Öğleden sonra eşyalarımızı otelden alıp aceleyle istasyona iniyoruz. Yine yürüyen merdivenlerden. Bu sefer de aceleden kaç merdiven bloğu olduğunu sayamıyorum. Yaklaşık 1,5 saat süren 100 kilometrelik yolculuğun ardından Floransa’ya varıyoruz. İtalya’nın bir başka harikası...

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Vatikan’da Bir Sabah




Ertesi gün erkenden kalktık, bizi dünyanın en küçük bağımsız devleti olan Vatikan’a götürecek 40 numaralı otobüse binmek için Termini’ye gittik. Şimdiye kadar Türkiye’de bile hiç başımıza gelmeyen bir olayı yaşadığımız yer de burası oldu. Kalkmaya hazırlanan otobüsün arka kapısına son anda yetişen arkadaşımız kendini içeri attı. Ve biz adımımızı atmadan şoför kapıları kapadı, gaza bastı ve gitti. Şoförün bizim dışarıda kaldığımızı görüp görmediğini hala merak ediyorum. Ama başımıza gelen şeyin şehirden ayrılmak için acele ederken bizi epey zora soktuğunu belirtmeliyim. Çeşitli aksiliklerin ardından arkadaşımızla buluştuktan sonra epey bir zaman kaybıyla Vatikan’ı gezmeye başladık. Yine de bu küçük aksiliği gezinin nazar boncuğu olarak görüp çok fazla önemsemedik.

Vatikan: Mahşeri bir kalabalık, her yer insan seli. Bu mevsimde bile içeri girmek için inanılmaz bir kuyruk. San Pietro Bazilikası: Muhteşem bir kilise, Viyana’ya geldiğimden beri gördüklerim içinde, Ayasofya’dan daha ihtişamlı olduğunu hissettiğim ilk dini yapı. İçinde Michelangelo’nun koruyucu camın arkasında sergilenen Pieta’sı. Yüzlerce (bizim gibi yürümeyi tercih edenler için tam olarak 496, asansör sırası beklemeyi göze alanlar içinse 350) basamakla çıkılan kubbesinden Roma’yı kuşbakışı seyir keyfi. Bernini’nin tasarladığı San Pietro Meydanı’nın muhteşem simetrisi. Heykeller, resimler, her adımda başka bir güzellik. Evet, Vatikan muhteşem. Karmaşık ve düzensiz bir şehir hissi veren Roma’nın bir köşesinde simetri, ihtişam ve düzen abidesi.

Meraklıları için gezmenin günler aldığını öğrendiğimiz “bu ülke içinde ülke”ye sadece birkaç saat ayırabildik. Arka tarafta kalan Sistine Şapeli’ni göremedik. Maki’nın söylediğine göre, zaten müzeyi gezmek için başka bir araçla gitmemiz gerekiyordu. Belki bir gün tekrar yolumuz düşer diye Hıristiyanlığın bu kutsal merkezinin azametini arkamızda bıraktık ve ayrıldık. Kuzeye doğru daha çok yolumuz, İtalya’da görülecek daha çok yerimiz vardı.

15 Mayıs 2012 Salı

Ve Roma…



Roma’da kalacağımız yer, Termini’ye yakın Wow Roma Bed and Breakfast’tı. Adres yine bulmaca gibiydi: Termini Marsala kapısından çık, sola dön, ışıklara kadar yürü, karşıya geç, yürümeye devam et, sola dön ve yolun sonuna kadar yürü. Via Gaeta 79, Wow Roma.

Aslında kalacağımız yeri bulduğumuzda ben orası olduğuna ihtimal vermedim. Güzel bir yerde (benim için tren istasyonuna yakın olan her yer), güzel binaların olduğu bir sokaktaydık. Üstelik kapıda da isim falan yazmıyordu. Bed and breakfast konseptiyle ilk defa karşılaşıyordum. Sokağın sonundaki binanın zilinde Wow adını görünce ikna oldum. Zili çaldık, kapı açılınca merdivenlerden yukarı çıktık ve Japon ev sahibemiz Maki ile tanıştık.

Maki, binanın üst katındaki dairesinde İtalyan eşiyle birlikte yaşıyor, karşılarındaki diğer daireyi ise turistlere kiralıyordu. Üç kişilik oda için kişi başı 20 Euro aldığı ve fiyata belediyeye ödenmek üzere her gece için kişi başına 2 Euro şehir vergisi eklediği dairede banyo ve mutfak ortaktı. Fatura gerekip gerekmediğini sordu, gerek olmadığını öğrenince kesmedi. Şehir vergisi de yanına kaldı. Türkiye’ye mi yaklaşmıştık, neydi! J

Maki hızlı biçimde dairenin kullanım kurallarını anlattı, kahve makinesinin nasıl çalıştığını gösterdi, bir koçandan kopardığı haritada şehrin görülecek yerlerini işaretledi ve ortadan kayboldu. Kendisini ayrılmak için anahtarları teslim edeceğimiz zamana kadar bir daha görmedik. Mutfaktan istediğimiz kadar kahve alabilir, buzdolabındaki kahvaltılık ve içeceklerden istediğimiz kadar yiyebilirdik. Odadaki eski de olsa işimizi görecek bilgisayardan internete girebilir, başımız sıkıştığında bize verdiği telefondan onu arayabilirdik. Geçen hafta gelen ABD’lilerin Roma’da nasıl soyulduğunu dinleyip kapkaççılara karşı da uyarılmıştık.

Odaya yerleşirken bir yandan da Türkiye’den bize katılacak arkadaşımızı bekledik. Aslında onun uçağı bizden önce nehrin öbür yakasındaki diğer havaalanına inmişti ama otobüs beklemek ve yolculukla kaybettiği zaman yüzünden merkeze ulaşması bizden daha uzun süre aldı. O gelince hava kararmadan kendimizi dışarı attık. Zamanımız kısıtlıydı ve bir anımızı bile boş geçirmek istemiyorduk. Termini’ye doğru giderken İstanbul’da da sıkça gördüğümüz turistlere şehir turu attıran üstü açık otobüslerden gördük ve hemen atladık. İlk gün hava kararmadan yapılacak en iyi şey, şehri şöyle bir gezip havasını koklamaktı. Fikir iyi bir fikirdi, ancak ne kadar faydalı olduğuna emin değilim. Giden bir otobüste bir yandan çevreye bakmaya, bir yandan doğru düzgün çalışmayan kulaklıktan İngilizce anlatılan bilgileri dinlemeye, bir yandan fotoğraf çekmeye çalışmak bana nedense geziden çok iş gibi geldi. J Gittikçe soğuyan ve kararan havaya rağmen attığımız tur ilk günü değerlendirmenin en iyi yolu oldu.

Ertesi sabah bayıldığım muz aromalı ekmekler ve kahveyle yaptığımız kahvaltının ardından kendimizi Roma sokaklarına attık. Ne kadar yorucu da olsa bir kenti gezmenin en iyi yolunun yürümek olduğuna karar vermiştik. Zaten görülecek yerlerin büyük çoğunluğu Termini civarındaydı. Hava güzeldi, Roma’yı gezmek için harika bir gündü. Ne kadar şanslıydık ki kasım ortasında yaptığımız yolculuk boyunca hava bir kere bile kapamadı.

O gün, sabahtan akşama kadar Roma’nın gezilecek yerlerinin pek çoğunu arşınladık. Tabi ki her yeri göremedik, gördüğümüz yerleri ayrıntılı gezemedik. Ama bir şey öğrendik, önemli olanın bir şehrin havasını koklamak olduğunu. Daha önceleri bir kente gidip bir iki gün kalmanın çok da bir şey ifade etmeyeceğini düşünürdüm, ediyormuş. Tabi ki Roma, koca Roma İmparatorluğu’nun başkenti, tamamını gezmeye kalksan haftalarca, ayrıntılı gezsen aylarca sürecek bir yer. Ama orada geçirdiğimiz iki gün şehrin havasını solumamıza yetti.  

Daha havaalanından şehre gelirken ilk gözümüze çarpanlar antik kalıntılar olmuştu. Viyana da tarihi bir şehirdi, ancak ağırlıklı olarak daha yakın tarihin izlerini taşıyordu. Roma ise her noktasında antik medeniyetinin ruhunu yansıtıyordu. Turumuz sırasında da vaktimizin en büyük kısmını tarihi Roma’da geçirdik. Colosseo ve Roma Forumu ile çevresindeki harabeler günümüzün neredeyse yarısını aldı. Turistler, sokak satıcıları, turistleri Roma imparatoru kılığına sokup onlarla poz vererek para kazanan uyanıklar. Belki de şehrin kalbi hala burada, antik Roma’da atıyordu. Romalıların kalbi de sanırım II. Vittorio Emmanuel ile birlikte. İtalyan birliğinin kurucusu olan bu adama duyulan saygıyı şehrin birçok yerinde hissettik. En güçlü olarak da adına yapılmış Vittoriano Zafer Anıtı’nın önündeki merdivenlere oturup fotoğraf çektirmek istediğimizde uyarılınca… Bunun dışında şehrin gündüzüne uhrevi bir hava hâkimdi. Muhteşem kiliseler, kiliselerin içindeki Papa heykelleri, mum yakıp dua eden insanlar, sokaklarda gruplar halinde gezen rahibeler, her adımımızda bize Vatikan’a çok yakın olduğumuzu hissettirdi.

Turumuzun ilk kısmını bitirdikten sonra kalan yerleri gezebilmek için karnımızı doyurmaya ve enerji toplamaya ihtiyacımız vardı. Elimizdeki rehber kitapta önerilen yemek mekanlarından biri olan Via Sistina’daki La Fontanella’da makarna çeşitlerinden oluşan yemeğimizi yiyip biraz dinlenene kadar hava karardı. Tura yeniden başladığımızda İspanyol Merdivenleri (Piazza di Spagna), Aşk Çeşmesi (Fontana di Trevi) ve Collosseo ile birlikte şehirde bütün halde bulunan en eski Roma binası olan Pantheon gibi ünlü yapıları gördük. Buraları hava karardıktan sonra gezmemiz belki de daha iyi oldu, çünkü Roma’nın gündüzünden tamamen farklı gecesini yaşadık. Kentin bu en turistik yerleri, baharı aratmayan Roma gecesinde inanılmaz kalabalıktı. Hediyelik eşya satıcıları, oyuncakçıları, Pinokyo kuklaları yapan ustaların çalıştığı dükkânları bizi bizden aldı. Piazza Navona’dan nehrin öte tarafındaki Trastevere’ye kadar her adımda restoranların, barların dışarıya taşmış masalarında insanlar yiyor, içiyor, eğleniyordu. Sokak müzisyenleri, çiçekçileri hatta İtalyancanın tüm sıcaklığıyla birbirlerine seslenen taksicileri bile ortamı daha da şenlendiriyordu. Vatikan’ın da bulunduğu nehrin öbür yakası dâhil olmak üzere, tüm Roma’da geceyi kaplayan bir cümbüş hâkimdi. Roma deniz kıyısında olmayan, ama hareketiyle, sıcaklığıyla Anadolu’nun güney kıyılarını andıran tam bir Akdeniz kentiydi.

Roma’ya gelmek gerçekten bana Türkiye’ye çok yakınlaştığımı hissettirdi. Viyana’nın sessiz, sakin, huzur dolu havasından sonra Roma’daki kalabalık, gürültülü, bol trafikli yaşam tarzı Türkiye’yle çok benzer geldi. O gün bir kere, turumuz sona erip nehrin öbür yakasından kalacağımız yere geri dönmek için otobüs kullandık. Onda da o kadar çok bekledik ki, muhtemelen yürüsek daha çabuk dönerdik. Ama yürüyemeyecek kadar yorgunduk. Eğer bir adım daha atacak gücüm olsaydı, Tiber Nehri’nin kenarındaki ağaçlara tünemiş binlerce kuşun bir senfoniyi andıran cıvıltısını bir kere daha duymak için nehri bir kere daha yürüyerek geçmek isterdim. 

Viyana’ya geldiğimden beri ilk defa Roma’da sokak kedisi gördüm. Milanolu bir İtalyan’a yol tarif ettim. Viyana’dan sonra insanların dokunarak iletişim kurmasını garipsedim. Lokantalarda makarnanın yanına biz istemeden pat diye koydukları ekmek sepetine 5 Euro almalarına Türkiye’deki küçük hesaplara sinir olduğum gibi sinir oldum. Berlusconi hükümetinin düşüşünü yaşadım, gecenin bir saatinde sokakta geçici hükümeti kuran Mario Monti’nin ilk açıklamasını yapmak için toplantıdan çıkmasını bekleyen gazetecilerin heyecanına tanık oldum. En çok da, bu kadar gelişmiş bir kültür, oturmuş bir medeniyet, ince bir zevk sahibi İtalya'nın nasıl olup da bu kadar Türkiye'ye benzediğini merak ettim.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Bratislava'ya Gidiş




Geziyi planlama aşamasında kardeşimden, Hostelworld’den yer ayarlarken kalacağımız yerleri tren istasyonlarına yakın seçmesini istemiştim. Ne kadar doğru bir istek olduğu gezi süresince tekrar tekrar ortaya çıktı. Yorgun argın vardığımız yerlerde istasyondan ayrılıp hemen kalacağımız yere ulaşmak, ayrılırken de uzun uzadıya zaman ayarlaması yapmaya gerek duymadan çantalarımızı alıp çıkmak işimizi çok kolaylaştırdı.

İlk durağımız olan Bratislava’da tren istasyonuna yakın seçim Hostel Possonium olmuştu. Hakkında güzel yorumlar okuduğum Hostel Blues hep aklımın bir köşesinde kaldı ama sonradan yerini bulup istasyona değil Tuna’ya yakın olduğunu öğrendiğimde içim rahatladı. Çünkü Bratislava’ya geldiğimizde sırtımızda çantalarla saatlerce Viyana’yı gezmekten o kadar yorgunduk ki, henüz istasyona iner inmez gözümüze çarpan Possonium tabelalarını izleyerek kısa sürede hostele varmak çok iyi geldi. Elimizdeki tarif de işimizi çok kolaylaştırdı: İstasyondan çıkınca aşağı doğru git, ışıkların olduğu ilk dört yolda karşıya geç, sola doğru 50 metre yürü ve Sancova Caddesi 20 numara’da elinle koymuş gibi Possonium’u bul. Hostelin genç ve güleryüzlü elemanları çok kısa sürede Bratislava’ya ilk gelişimde oluşan önyargılarımı kırmayı başardılar. Bi çırpıda elimize bi harita tutuşturup hem Bratislava’yla, hem hostelle ilgili gerekli bilgileri verdiler. Verdikleri bilgilere ucuz yemek yiyebileceğimiz yerlerden alışveriş mekânlarına kadar pek çok şey dâhildi. Her ne kadar Bratislava’da geçen korku filmi “Hostel” hep aklımızın bi kenarında dursa da, hayatımızın ilk hostel macerasını bu kentte sorunsuzca atlattık.

O gece yorgunluğumuza rağmen dışarı çıkıp şehirde bir gece turu attık. Çok uzun sürmedi, çünkü hava aşırı soğuktu. Tarihi kentte şöyle bi dolaşıp bir şeyler atıştırdıktan sonra dönüp dinlenmeyi tercih ettik. Hostelin odaları çeşitli ülkelerin adlarını taşıyordu ve her odanın duvarlarını adını taşıdığı ülkeyi anlatan resimler kaplıyordu. Bizim odamız Macaristan odasıydı. Hafif loş odada atlı Macar akıncılarının duvara çizilmiş resimlerine bakarak uyuduk. Bi de Slovak televizyonunda Gümüş’ü seyrederek. J

Ertesi sabah erkenden kalkıp kahvaltıya yetiştik. Kahvaltı salonu yoktu, lobide kahve, gevrek, elmadan oluşan basit kahvaltımızı atıştırdık, ardından çıkıp bana pijama olarak kullanabileceğim bir eşofman aramak üzere Bratislava’nın çarşısını talan ettik. Bir alışveriş merkezinde zorlukla 15 Euro’ya bulduğumuz ucuz(!) ve şekilsiz eşofmanı apar topar alıp hostele döndük ve havaalanına gidecek 61 numaralı otobüsümüze binmek için tekrar Slovakların Hlavna Stanica dedikleri tren istasyonuna gittik.

Havaalanına ne kadar sürede gideceğimizi sorduğumuz herkes başka bir şey söylemişti, o yüzden erken çıkmamıza karşın ben biraz panik halindeydim. Aslında gereksiz bir panikti. Komşu başkente 1 saatte ulaşılabilen bir kentte havaalanına ulaşmak için en çok ne kadar yol gidilebilirdi ki? Sanırım yolculuk yarım saatten fazla sürmemiştir. Bratislava Havaalanı gerçekten küçük ve sessizdi. Ryanair’in havaalanı check-in’i ücretli olduğu için check-in’imizi önceden internetten yapmıştık. Belgelerimizi gösterdik, sırt çantalarımızı tarttırdık ve kapıya gittik. Yer numarasız uçağımıza dolmuş usulü bindik, ya düşerse korkusu olmadan en ön cam kenarına oturduk ve gökyüzünü izleyerek muhteşem bir uçak yolculuğu yaptık. 

Yolculuk benim için gerçekten muhteşemdi. Kısa sürede yükselen uçak bir bulut denizinin üstüne çıktı. Tüm yeryüzünü kaplayan bulutlar altımızda kar yığınları gibi uzanıyordu. Bazı yerlerde ise deniz üzerindeki köpüklü dalgalar gibi görünüyorlardı. Arada bulutların arasından gökyüzüne uzanan dağ zirveleri seçiliyordu. Benim gibi yolda yürürken bile her fırsatta başını kaldırıp gökyüzünü ve bulutları izleyen bir insan için oturduğu yerden aşağıya bakarak bu bulut denizini izlemek muhteşem bir deneyimdi. Kendimi çocukluğumda izlediğim Rita Hayworth’un “Tanrıçalar Dansı” (Down to Earth) filminde hissettim.

10 Kasım günü 12.10’da Bratislava’dan ayrılan uçağımız, saat 13.55’te Roma Ciampino Havaalanı’na indi. Uçaktan ilk inen yolcu olmak nedense bana anlamsız bi mutluluk verdi. Host’un bana yolu göstererek Avrupa Birliği vatandaşları için ayrılan kapıya götürmesi ve İtalya’ya pasaport vize göstermeden elini kolunu sallaya sallaya girmenin mutluluğu ise benim için o kadar anlamsız değildi. Almak için anamdan emdiğim sütün burnumdan geldiği Shengen vizesi sonunda bir işe daha yaramıştı.

Hemen turist danışmaya giderek merkeze nasıl gideceğimizi öğrendik, biletlerimizi aldık ve neredeyse tamamen dolmuş olan servis otobüsünün en arka koltuğuna yerleştik. Ciampino havaalanı ucuz havayolu şirketlerinin indiği daha küçük havaalanı olmasına karşın şehre ulaşım süresi ve ücreti asıl havaalanına göre daha ucuzdu. Havaalanı servisinin bizi Roma’nın “Termini” denilen tren istasyonuna bırakmasıyla İtalya yolculuğumuz başlamış oldu.