15 Mayıs 2012 Salı

Ve Roma…



Roma’da kalacağımız yer, Termini’ye yakın Wow Roma Bed and Breakfast’tı. Adres yine bulmaca gibiydi: Termini Marsala kapısından çık, sola dön, ışıklara kadar yürü, karşıya geç, yürümeye devam et, sola dön ve yolun sonuna kadar yürü. Via Gaeta 79, Wow Roma.

Aslında kalacağımız yeri bulduğumuzda ben orası olduğuna ihtimal vermedim. Güzel bir yerde (benim için tren istasyonuna yakın olan her yer), güzel binaların olduğu bir sokaktaydık. Üstelik kapıda da isim falan yazmıyordu. Bed and breakfast konseptiyle ilk defa karşılaşıyordum. Sokağın sonundaki binanın zilinde Wow adını görünce ikna oldum. Zili çaldık, kapı açılınca merdivenlerden yukarı çıktık ve Japon ev sahibemiz Maki ile tanıştık.

Maki, binanın üst katındaki dairesinde İtalyan eşiyle birlikte yaşıyor, karşılarındaki diğer daireyi ise turistlere kiralıyordu. Üç kişilik oda için kişi başı 20 Euro aldığı ve fiyata belediyeye ödenmek üzere her gece için kişi başına 2 Euro şehir vergisi eklediği dairede banyo ve mutfak ortaktı. Fatura gerekip gerekmediğini sordu, gerek olmadığını öğrenince kesmedi. Şehir vergisi de yanına kaldı. Türkiye’ye mi yaklaşmıştık, neydi! J

Maki hızlı biçimde dairenin kullanım kurallarını anlattı, kahve makinesinin nasıl çalıştığını gösterdi, bir koçandan kopardığı haritada şehrin görülecek yerlerini işaretledi ve ortadan kayboldu. Kendisini ayrılmak için anahtarları teslim edeceğimiz zamana kadar bir daha görmedik. Mutfaktan istediğimiz kadar kahve alabilir, buzdolabındaki kahvaltılık ve içeceklerden istediğimiz kadar yiyebilirdik. Odadaki eski de olsa işimizi görecek bilgisayardan internete girebilir, başımız sıkıştığında bize verdiği telefondan onu arayabilirdik. Geçen hafta gelen ABD’lilerin Roma’da nasıl soyulduğunu dinleyip kapkaççılara karşı da uyarılmıştık.

Odaya yerleşirken bir yandan da Türkiye’den bize katılacak arkadaşımızı bekledik. Aslında onun uçağı bizden önce nehrin öbür yakasındaki diğer havaalanına inmişti ama otobüs beklemek ve yolculukla kaybettiği zaman yüzünden merkeze ulaşması bizden daha uzun süre aldı. O gelince hava kararmadan kendimizi dışarı attık. Zamanımız kısıtlıydı ve bir anımızı bile boş geçirmek istemiyorduk. Termini’ye doğru giderken İstanbul’da da sıkça gördüğümüz turistlere şehir turu attıran üstü açık otobüslerden gördük ve hemen atladık. İlk gün hava kararmadan yapılacak en iyi şey, şehri şöyle bir gezip havasını koklamaktı. Fikir iyi bir fikirdi, ancak ne kadar faydalı olduğuna emin değilim. Giden bir otobüste bir yandan çevreye bakmaya, bir yandan doğru düzgün çalışmayan kulaklıktan İngilizce anlatılan bilgileri dinlemeye, bir yandan fotoğraf çekmeye çalışmak bana nedense geziden çok iş gibi geldi. J Gittikçe soğuyan ve kararan havaya rağmen attığımız tur ilk günü değerlendirmenin en iyi yolu oldu.

Ertesi sabah bayıldığım muz aromalı ekmekler ve kahveyle yaptığımız kahvaltının ardından kendimizi Roma sokaklarına attık. Ne kadar yorucu da olsa bir kenti gezmenin en iyi yolunun yürümek olduğuna karar vermiştik. Zaten görülecek yerlerin büyük çoğunluğu Termini civarındaydı. Hava güzeldi, Roma’yı gezmek için harika bir gündü. Ne kadar şanslıydık ki kasım ortasında yaptığımız yolculuk boyunca hava bir kere bile kapamadı.

O gün, sabahtan akşama kadar Roma’nın gezilecek yerlerinin pek çoğunu arşınladık. Tabi ki her yeri göremedik, gördüğümüz yerleri ayrıntılı gezemedik. Ama bir şey öğrendik, önemli olanın bir şehrin havasını koklamak olduğunu. Daha önceleri bir kente gidip bir iki gün kalmanın çok da bir şey ifade etmeyeceğini düşünürdüm, ediyormuş. Tabi ki Roma, koca Roma İmparatorluğu’nun başkenti, tamamını gezmeye kalksan haftalarca, ayrıntılı gezsen aylarca sürecek bir yer. Ama orada geçirdiğimiz iki gün şehrin havasını solumamıza yetti.  

Daha havaalanından şehre gelirken ilk gözümüze çarpanlar antik kalıntılar olmuştu. Viyana da tarihi bir şehirdi, ancak ağırlıklı olarak daha yakın tarihin izlerini taşıyordu. Roma ise her noktasında antik medeniyetinin ruhunu yansıtıyordu. Turumuz sırasında da vaktimizin en büyük kısmını tarihi Roma’da geçirdik. Colosseo ve Roma Forumu ile çevresindeki harabeler günümüzün neredeyse yarısını aldı. Turistler, sokak satıcıları, turistleri Roma imparatoru kılığına sokup onlarla poz vererek para kazanan uyanıklar. Belki de şehrin kalbi hala burada, antik Roma’da atıyordu. Romalıların kalbi de sanırım II. Vittorio Emmanuel ile birlikte. İtalyan birliğinin kurucusu olan bu adama duyulan saygıyı şehrin birçok yerinde hissettik. En güçlü olarak da adına yapılmış Vittoriano Zafer Anıtı’nın önündeki merdivenlere oturup fotoğraf çektirmek istediğimizde uyarılınca… Bunun dışında şehrin gündüzüne uhrevi bir hava hâkimdi. Muhteşem kiliseler, kiliselerin içindeki Papa heykelleri, mum yakıp dua eden insanlar, sokaklarda gruplar halinde gezen rahibeler, her adımımızda bize Vatikan’a çok yakın olduğumuzu hissettirdi.

Turumuzun ilk kısmını bitirdikten sonra kalan yerleri gezebilmek için karnımızı doyurmaya ve enerji toplamaya ihtiyacımız vardı. Elimizdeki rehber kitapta önerilen yemek mekanlarından biri olan Via Sistina’daki La Fontanella’da makarna çeşitlerinden oluşan yemeğimizi yiyip biraz dinlenene kadar hava karardı. Tura yeniden başladığımızda İspanyol Merdivenleri (Piazza di Spagna), Aşk Çeşmesi (Fontana di Trevi) ve Collosseo ile birlikte şehirde bütün halde bulunan en eski Roma binası olan Pantheon gibi ünlü yapıları gördük. Buraları hava karardıktan sonra gezmemiz belki de daha iyi oldu, çünkü Roma’nın gündüzünden tamamen farklı gecesini yaşadık. Kentin bu en turistik yerleri, baharı aratmayan Roma gecesinde inanılmaz kalabalıktı. Hediyelik eşya satıcıları, oyuncakçıları, Pinokyo kuklaları yapan ustaların çalıştığı dükkânları bizi bizden aldı. Piazza Navona’dan nehrin öte tarafındaki Trastevere’ye kadar her adımda restoranların, barların dışarıya taşmış masalarında insanlar yiyor, içiyor, eğleniyordu. Sokak müzisyenleri, çiçekçileri hatta İtalyancanın tüm sıcaklığıyla birbirlerine seslenen taksicileri bile ortamı daha da şenlendiriyordu. Vatikan’ın da bulunduğu nehrin öbür yakası dâhil olmak üzere, tüm Roma’da geceyi kaplayan bir cümbüş hâkimdi. Roma deniz kıyısında olmayan, ama hareketiyle, sıcaklığıyla Anadolu’nun güney kıyılarını andıran tam bir Akdeniz kentiydi.

Roma’ya gelmek gerçekten bana Türkiye’ye çok yakınlaştığımı hissettirdi. Viyana’nın sessiz, sakin, huzur dolu havasından sonra Roma’daki kalabalık, gürültülü, bol trafikli yaşam tarzı Türkiye’yle çok benzer geldi. O gün bir kere, turumuz sona erip nehrin öbür yakasından kalacağımız yere geri dönmek için otobüs kullandık. Onda da o kadar çok bekledik ki, muhtemelen yürüsek daha çabuk dönerdik. Ama yürüyemeyecek kadar yorgunduk. Eğer bir adım daha atacak gücüm olsaydı, Tiber Nehri’nin kenarındaki ağaçlara tünemiş binlerce kuşun bir senfoniyi andıran cıvıltısını bir kere daha duymak için nehri bir kere daha yürüyerek geçmek isterdim. 

Viyana’ya geldiğimden beri ilk defa Roma’da sokak kedisi gördüm. Milanolu bir İtalyan’a yol tarif ettim. Viyana’dan sonra insanların dokunarak iletişim kurmasını garipsedim. Lokantalarda makarnanın yanına biz istemeden pat diye koydukları ekmek sepetine 5 Euro almalarına Türkiye’deki küçük hesaplara sinir olduğum gibi sinir oldum. Berlusconi hükümetinin düşüşünü yaşadım, gecenin bir saatinde sokakta geçici hükümeti kuran Mario Monti’nin ilk açıklamasını yapmak için toplantıdan çıkmasını bekleyen gazetecilerin heyecanına tanık oldum. En çok da, bu kadar gelişmiş bir kültür, oturmuş bir medeniyet, ince bir zevk sahibi İtalya'nın nasıl olup da bu kadar Türkiye'ye benzediğini merak ettim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder