23 Mayıs 2012 Çarşamba

Hazineleriyle Birlikte Batan Adalar Diyarı: Venedik



İtalya yolculuğumuz boyunca ilk defa kullandığımız hızlı trenle Milano-Venedik yolculuğu 2-3 saat civarı sürdü. Venedik Santa Lucia istasyonuna trenle yaklaşırken, hiç Venedik’e yaklaşıyormuşuz gibi gelmedi. Yani ortada ne su vardı ne deniz. J  Aslında Venedik’te ayrıldıktan sonra da uzun süre, kentin nasıl bir konuma sahip olduğunu kafamda oturtamadım. Ta ki yaptığım araştırmalardan Venedik’in bir ada şehir olduğunu, 118 adacık üzerine kurulduğunu ve bu adacıkların 170 kanalla birbirinden ayrıldığını öğrenene kadar.

Santa Lucia istasyonda trenden inince danışmaya gidip merkeze nasıl gideceğimizi öğrendik. Gece orada kalmayacağımız için eşyalarımızı bırakabileceğimiz bir yer yoktu, o yüzden emanete bıraktık. Kent merkezine ulaşım için bir seçeneğimiz Venedik kart alıp toplu taşımadan (yani kanallarda gidip gelen vaporetto’lardan) gün boyunca ücretsiz yararlanmaktı. Ama biz yine yürümeyi tercih ettik.

Yürüyüşe başladıktan bir süre sonra kanallar, köprüler, suya gömülmüş gibi duran binalarla karşılaşmaya başladık. Küçük köprülerden, daracık ara sokaklardan, labirent gibi geçitlerden geçtik. Eğer gitmek istediğimiz yönü gösteren işaretler olmasa kesin kaybolurduk. Bazen de insan kalabalığı bize yol gösterici oldu, kalabalık ne tarafa gidiyorsa o tarafa gittik. Sonunda San Marco Bazilicası’nın olduğu meydana geldik. Kiliseyi gezdik, ama artık o kadar çok kilise, katedral görmüştük ki bizim için pek anlamı olmadı. Uzun bir yürüyüşün sonunda Venedik’in bilindik sahil kasabalarına benzeyen sahilindeydik.

Venedik sokaklarında dolaşmaya başlar başlamaz en çok dikkatimi çeken şey inanılmaz güzellikte dükkânlar oldu. Merkeze doğru yaklaştıkça dükkân sayısıyla birlikte alışveriş canlılığı da arttı. Sahilde de bu canlılık devam etti. Bu dükkânlardaki her çeşit hediyelik eşyanın içinde özellikle Murano camlarından yapılmış objeler, ebruli kâğıtlar ve en çok da renk renk, çeşit çeşit, boy boy maskeler beni benden aldı. İlk maskemi gezimizin ilk gününde Roma’da Colosseo’nun önündeki satıcılar neredeyse zorla satmıştı. Hiç almaya niyetim olmadığı için uzun pazarlıklar sonucu elime tutuşturulan maskeyi Roma’dan Venedik’e kadar kırmadan taşımak için bin bir cambazlık yapmıştım. Ve onca zahmetin sonunda İtalya gezisinin son günü maske cennetindeydim. Başladığım yere mi dönmüştüm ne! J

O kadar çok dükkana girdim çıktım, maske ve camların içinde o kadar kayboldum ki, kardeşim sonunda beni “Adamlar suyun içine şehir kurmuş, senin ilgini en çok dükkanlar mı çekti” diyerek uyarmak zorunda kaldı. Adamlar suyun içine şehir kurmuş ve her yıl gelen 10 milyondan fazla turiste bunu pazarlıyordu. Ama aslında Venedik’in kuruluş hikayesi biraz daha acıklıydı.

Şehir, 15. yüzyılda Lombardlar ve diğer Alman kabilelerinin kuzey İtalya’yı istilasından kaçan İtalyanlar tarafından, istilacıların gelmek istemeyeceği bataklık üzerine kurulmuştu. (Ancak yine de tarih boyunca istiladan kurtulamamış, 18. yüzyıldaki Napolyon istilasının ardından yönetimi Avusturya’ya geçmiş, 1866’da İtalya’ya bağlanana kadar Avusturya’nın bir parçası olarak kalmıştı.) Herhalde damarlarında buram buram sanat ateşi yanan İtalyan halkı dayanamamış ve suların üstüne kurdukları ve 400 köprü ile birbirine bağladıkları bu şehri de diğer İtalyan şehirleri gibi paha biçilmez sanat eserleriyle donatmıştı. Ve Venedik, üstündeki hazineyle birlikte batmaya başlamıştı. 1987’de UNESCO tarafından Dünya Doğal ve Kültürel Mirası ilan edilmesi de onu kurtarmaya yetmeyecek gibi görünüyordu.

Gelmeden önce Venedik’in çok pahalı olduğunu duymuştuk ama sezon dışı olması sebebiyle bize ucuz bile geldi. Roma’ya göre ucuz, Viyana’ya göre bedava! 65 bin kişilik nüfusa karşılık şehri her yıl ziyaret eden 10-15 milyon turist düşünüldüğünde ekonomisinin büyük ölçüde turizme bağlı olduğunu anlamak kolaydı. Zaten rehber kitapçığımızdan öğrendiğimize göre turizmle ya da turistlere yönelik üretilen el sanatlarıyla uğraşmayanlar başka yerlerde iş aramak için şehirden göç ediyordu. Gidenlerin yerini turizm sektöründe çalışmak için başka ülkelerden gelen gençler almıştı. Oturduğumuz lokantada bize servis yapan Kosovalı genç garson bunlardan biriydi. Onunla konuşmanın bana, kendisinin hatırlayamayacak yaşta olduğu Kosova'daki savaşı hatırlattığını ve içimi sızlattığını söylemeliyim. Her ne kadar savaşı hatırlamasa da, ülkesinde 40 yaş civarı erkeklerin sayısının ne kadar az olduğunu bize anlatan da bu ufak tefek, sarışın, zayıf ama iletişimi son derece başarılı genç çocuk oldu. 

Hava karardığında merkezdeki büyük kanaldan bir vaporetto’ya binerek tren istasyonuna döndük. Ve Venedik-Viyana gece trenini beklemeye başladık. Perona gittiğimizde Avusturya Demiryolları görevlileri bizi öyle içten ve sıcak karşıladılar ki kendimi şimdiden evimde hissettim. Zaten peronda Viyana yazısını görünce gözlerimin parladığını gören kardeşim Viyana’yı ne kadar sevdiğime dair ilk yorumunu yapmıştı bile. Evet, İtalya harikaydı ama geçici evim Viyana’daydı. Ve sorsalar, şansın olsa yaşamak için İtalya’yı mı seçersin, yoksa Viyana’yı mı diye, kesinlikle Viyana derdim.

Bize kuşetli vagonda kişi başı 29 Euro’ya mal olan ve 21.05’te başlayan tren yolculuğu zor geçti. Diğer vagonlarda insanlar yayılıp yatmıştı ama biz biraz geç bindiğimiz için bizden önce gelen ve tahminimce numarasız bileti olan yaşlı bir adam koltuklardan birine yerleşmişti. Bu nedenle biz yayılamadan, sadece kendi koltuklarımızda uyumak zorunda kaldık. Zor bir yolculuğun ardından sabah 8.20’de Viyana’ya vardık. Hütteldorf istasyonunda aktarma yaptığımız trenin son varış noktası Meidling’ti. Meidling’ten Liesing’e geldik, yurtta biraz dinlenip bir şeyler atıştırdık. Sonra kardeşimin yurtta bıraktığı çantaları alıp havaalanına gittik. Kardeşim yine Pegasus uçağıyla Türkiye’ye, ben Liesing’teki geçici evime... Yorucu olduğu kadar harika geçen İtalya gezimiz sona ermişti... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder