25 Mayıs 2012 Cuma

Paris'te Bir Nikâh Macerası



Ocak ayının 18’inde, arkadaşımın nikahı için Paris’e gidiyorum. Yine uzun bir karar ve planlama evresi, Ryanair fiyatlarındaki alçalış yükselişleri takip, Hostelworld’den kalacak yer ayarlama çabası. Sonuçta Ryanair fiyatlarının yükselişe geçtiği noktada gidiş ve dönüş biletleri alınıyor. Ancak muhtemelen Paris’in her sezon turist çekmesinden dolayı konaklama fiyatları oldukça pahalı. İtalya’da kasım ayında üç kişilik odalarda kalabildiğimiz fiyata Paris’te ocak ayında 12 kişilik female dorm’larda kalınamıyor. Hostelworld’deki okuyucu yorumlarına bakılıyor, fiyat kalite dengesi optimum olan bir yerde karar kılınıyor. Ancak son anda gerçekleşen plan değişikliğiyle, hostelde değil de arkadaşımın nişanlısının amcasında kalmama karar veriliyor. Ve 18 Ocak günü eşyalarımı toplayıp Viyana’daki dördüncü ayımda üçüncü Bratislava yolculuğuna çıkıyorum.

Daha önce hep ikinci durak Simmering’ten başladığım yolculuğa bu sefer ilk durak Südbahnhof’tan adım atıyorum. Yolculuk, trende yemek için aldığım sandviçi istasyonda kaybetmem dışında sorunsuz geçiyor, önemli olan Paris’te kendimi kaybetmemek. J Yaklaşık 1 saat sonra Bratislava, trenden inince apar topar istasyondan kalkan 61 numaralı otobüsle havaalanı ve 19.15 Ryanair uçağıyla 2 saat süren Fransa yolculuğu. Uçakta Paris’e giden dört Türk Erasmus öğrencisiyle karşılaşıyorum. Onlar gitmeden önce derslerine benim kadar çalışmamışlar. Paris’e ineceğimizi düşünüyorlar ve geceyi havaalanında geçirmeyi planlıyorlar.

Oysa ineceğimiz Beauvais havaalanı Paris’te değil. Beauvais, Paris’in yaklaşık 1 saat kuzeyinde başka bir şehir. Havaavalanı gece kapanıyor, yolcular Paris’e 15 Euro karşılığında servis otobüsleriyle taşınıyor. Ayrıca Beauvais’de hostel ve benzeri bir yer olmadığı için servisi kaçırmak bir miktar stres yaratıyor. Sonradan öğrendiğime göre servis otobüsleri her uçağın geliş ve gidiş saatlerine göre o uçağın yolcuları için kalkıyor.

Beauvais’den 21.45’te kalkan servis 1 saat 15 dakika sonra Paris’in kuzeyinde, Porte Maillot’da oluyor. Hava karanlık ve yağmurlu. Arkadaşlarım beni karşılamaya gelmişler ancak birbirimizi bulmakta zorlanıyoruz. Parislilerle ilgili ilk sıkıntıyı burada duyuyorum. Beni misafir edecek ailenin anadili Fransızca olan oğlu otobüsten inenlere Fransızca olarak servisin nerde durduğunu soruyor ancak kimseden cevap alamadığı gibi kaba tepkilerle karşılaşıyor. Bense aynı anda zenci otobüs şoförlerine arkadaşlarımın beni önünde bekledikleri Kongre Sarayı’nı soruyorum, güleryüzlü biçimde bana yol gösteriyorlar. Sonradan öğrendiğime göre Parislilerin aksine onlar kendilerini bir yabancıya daha yakın hissettikleri için daha yardımsever ve güleryüzlüler. Ve Parislilerin beğenmeyip yapmadığı bir sürü işi gururla yapıyorlar. Şoförlerin, tezgahtarların ve benzeri işlerde çalışanların çoğu siyahi. Ancak sonradan kiminle konuştuysam duyduğum şey, ırkçılığın çok yaygın olduğu. Anlaşılan Fransızlar vaktiyle topraklarını, kaynaklarını, insanlarını sömürdükleri ülkelerin insanlarını şimdi ülkelerinde görmek istemiyorlar.

Kalacağım aile Paris’in güneyinde Chatenay Malabry’de oturuyor. Burası başka bir kente dahil olmasına rağmen Paris’e metro ve otobüs ağıyla bağlanmış, ulaşımı İstanbul’un birçok yerinden daha kolay. Ancak o gece ilginç bir şekilde bölgeye giden yollar kapanmış. Eve gidene kadar arabayla epey dolaşmamız gerekiyor. Sonraki günlerde ise eve gitmek için Robinson’a kadar metroyla gelip ordan otobüse biniyoruz. Paris’te ulaşım gerçekten kolay. Ve Viyana için olduğu gibi Paris için de geçerli olan bir gerçek, ulaşımı kolay olan şehirler aslında olduklarından daha küçük izlenimi veriyorlar.

O gece eve gittiğimizde şarap eşliğinde hoş bir sohbetle karşılanıyorum. Arkadaşımın nişanlısının ailesi son derece iyi ve konuksever insanlar. Ertesi gün nikâh için Sevr’deki başkonsolosluğa gidiyoruz. Toplam dört kişiyiz: Gelin, damat, gelinin şahidi olarak ben, damadın şahidi olarak amcası. Kısa bir törenin ardından nikah kıyılıyor. Benim hayatımdaki ilk nikah şahitliğim ve benim için bile heyecan verici bir durum. Eğlenceyi yazın gerçekleşecek düğüne bırakıyoruz ve  fotoğraf çekimi için Paris'e gidiyoruz.

Onların fotoğraf töreni benim de Eyfel Kulesi, Sen Nehri, Notre Dame Katedrali gibi Paris’in en özel yerlerine ilk ziyaretim oluyor. Eyfel Kulesi gündüz yakından bakınca demir yığınından başka bir şeye benzemiyor. Notre Dame Katedrali ise gerçekten güzel. Saint Michel Bulvarı’nda bir cafe'de sıcak şarap içip bir şeyler atıştırdıktan sonra eve gidiyoruz. Akşam kutlama var.

Ertesi gün ev alışverişi yapmak isteyen yeni evlilerin peşine takılıyorum. Bir alışveriş merkezindeki mağazaları gezdikten sonra Champs-Elysees’ye gidiyoruz. Caddede yürüyoruz, mağazalara girip çıkıyoruz. Yılbaşı sonrası meşhur indirimlere dayanamıyorum ve 5 kiloluk sırt çantamla çıktığım yolculuklarda alışveriş yapmama kuralımı Venedik’ten sonra burada da bozuyorum. Bir yandan sonradan bana Paris’i hatırlatacak ufak tefek bir şeyler almak hoşuma gidiyor, bir yandan abartmak istemiyorum. Neyse ki fazla vakit geçmeden akşam oluyor, pek bir şey alamıyorum. Aldığım her yeni şey dönüşte çantadan çıkarılıp bırakılacak eski bir şey olarak bana dönecek. Hava kararınca Paul’de oturup kahve içerek dinleniyoruz. Viyana’daki binbir çeşit kahvenin aksine Paris’te kahve deyince espresso anlaşılıyor. Paul de küçük karton kutularda ayaküstü kahve satan yerlerin başında geliyor.

Kalkınca Zafer Takı’na (Arc de Triomphe) kadar yürüyoruz. Napolyon’un zaferleri anısına inşa edilmiş bu ünlü anıt Paris’in en ünlü ana caddelerinin ortasında yer alıyor. Karşısındaki kaldırımlarda fotoğrafını çekmeye çalışan çok sayıda turiste tezat biçimde, çevresinden arabalar hızlıca akıp gidiyor. Biz de anıtın fotoğraflarını çekiyoruz, anıtın önünde kendi fotoğraflarımızı çektiriyoruz, ardından eve gidiyoruz. Akşam rakı gecesi. J

Sonraki iki gün arkadaşlarımdan ayrılıp kendim geziyorum. Paris’in metro sistemi Viyana’daki gibi. Elinde metro haritası varsa istediğin yere gidebiliyorsun. Bir yüzünde Paris haritası, bir yüzünde metro planı olan broşürü ise daha havaalanına iner inmez danışmadan alabiliyorsun. Metro sisteminin Viyana’dan tek farkı, Viyana’daki 5 hatta karşılık Paris’te 15 civarında hat olması. Onlar da Viyana’daki gibi renklendirilmiş ama kalabalıktan renkler birbirine karışmış. Bir de (yine Viyana’daki gibi) aynı perondan farklı yerlere giden trenler geçebiliyor. Bu yüzden istasyonlarda hangi trenin hangi sırayla geldiğine ve ara duraklara dikkat etmek gerekiyor. Ancak yine de çoğu zaman kimseye sormadan yolumu bulmayı başarıyorum. Belki de Paris’te tanımadığın birilerine yol sormak, kendi başına kaybolmaktan daha büyük risk oluşturabiliyor.

Paris Viyana gibi değil. Benden önce oraya giden bir arkadaşım bu kenti İstanbul’a benzettiğini söylemişti. Aslında İstanbul gibi de değil ama kalabalığı ve karmaşası zaman zaman İstanbul’u hatırlatıyor. Hatta gördüğüm çok sayıda siyah insanı saymazsam, metroda kendimi İstanbul’da hissettiğim çok zamanlar oluyor.

Ertesi gün evden biraz geç çıkıyoruz. Ben Orsay Müzesi’ne gidiyorum. (Musée d'Orsay) Akşam Montmartre’da buluşmak için plan yapıyoruz. Sahip olduğum sınırlı zamana Louvre’u sıkıştırmak istemiyorum. Orsay ilk etapta daha başa çıkılabilir geliyor.

Oysa değil. Müzede çok sık hissettiğim duygu çaresizlik. Bu kadar zamanda bu kadar eser nasıl gezilir çaresizliği. En alt kattan gezmeye başlıyorum, en üst kata kapanmadan kısa bir süre önce çıkabiliyorum. En kalabalık yer Van Gogh eserlerinin bulunduğu ikinci kat. Biraz rahatsız edici bir kalabalık. Kocaman bir müze var ve insanlar sanki tapınmaya gelmişler gibi Van Gogh resimlerinin başına üşüşmüşler. Aslında Cenova’daki sergi sonrası Van Gogh’un bende de özel bir yeri var ama yine de bu durumdan rahatsız olup burada fazla oyalanmıyorum. Ancak tüm müzeyi gezmem bitip kalabalık dağılınca gidip Van Gogh’un eserlerine bir kez daha bakmaktan kendimi alamıyorum.

Üst kat büyüleyici. Hızlı bir tur atıyorum, ardından bir tur daha. Onlarca Monet, Manet, Cezanne, Degas eseri. Kendimi cennette hissediyorum. Gezi bitince bu kadar eseri nasıl göreceğim çaresizliği de bitiyor. Orsay benim için de nerdeyse kutsal bir anlam kazanıyor.

Müzeden çıkınca elimdeki haritaya bakarak birkaç aktarma yapıp Montmartre Tepesi’ne gidiyorum. Hava kararmış. Sacre Coeur Bazilikası’na çıkan bir yokuşa giriyorum. Sağda solda hediyelik eşya satan dükkanlar. Ben kartpostal seçerken yağmur bindiriyor, aldığım kartların parasını ödemek bahanesiyle dükkâna dalıyorum. Burada da ıvır zıvır bir sürü şey almaktan alıkoyamıyorum kendimi. Dükkânın Faslı sahibiyle sözde pazarlık yapıyorum. Adam da sözde bana indirim yapıyor. Ama her halükarda kazanan o oluyor. Paris içimde çok da büyük olmayan alışveriş canavarını canlandırıyor. Venedik’te de böyle olmuştu. Oysa Viyana’da şarap ve çikolatadan başka hiçbir şey insanı beni al beni al diye çağırmıyor. Sanırım bazı kentler insanı alışveriş yapmaya teşvik ediyor.

Sacre Coeur’a çıkan merdivenlerin dibine geliyorum. Zenciler koluma yapışıyor. Sanırım birşeyler satmaya çalışıyolar, umursamadan yürüyorum. Tepede Sacre Coeur bembeyaz parlıyor. Merdivenleri yavaş yavaş çıkıyorum. Yukarda muhteşem bir Paris manzarası. Hava kararmış ama sanki gecenin karanlığında pembe bulutlar yüzüyor. Seyir terasının merdivenlerinde bir adam Paris’in ışıklarına karşı gitar çalıp şarkı söylüyor. Gençler merdivenlere dikilmiş onu dinliyor. Karşıdan Paris’i, ışıklarını, ışıklar saçan Eiffel Kulesi’ni izliyorum.

Kiliseyi gezip tekrar dışarı çıkıyorum. Viyana'ya gittiğimden beri hem Avusturya’da hem İtalya’da kilise görmekten bıkmışım. Ama Paris’tekiler, Notre Dame da, Sacre Coeur da bi başka güzel. Ne bileyim sanki başka bir zarafet taşıyorlar. Ya da bana öyle geliyor.

Dışarda arkadaşlarımla buluşup kilisenin arka tarafına geçiyoruz. Yaz aylarında ressamların toplandığı meydanda tek tük sanatçı var. Köşedeki cafe'ye oturuyoruz. Oturduğumuz cafe'de ressamın biri bir yandan bir adamın resmini yaparken bir yandan hiç durmadan konuşuyor. Eli mi çalışıyor ağzı mı diye merak ediyoruz. Galiba resminin yapılması müşteri için sıkıcı bir süreç olduğu için bir yandan onu oyalamaya çalışıyor.

Arkadaşım Kabare Lapin Agile’e gitmeyi çok istiyor. Bir gece önceden yer ayırtmak için aramışız ama ancak dört gün sonraya, salıya rezervasyon yapabileceklerini söylemişler. Ve dört gün sonra biz yokuz. Yine de şansımızı denemek için kapıya gidiyoruz. Kapıyı tıklatıyoruz, içerden çıkan kadın kapıyı aralıyor, birazdan geleceğini söyleyip gidiyor. Ama gelmiyor. Az sonra Belçikalı olduklarını öğrendiğimiz iki kadın daha şanslarını denemek için geliyor. Onlar da hüsrana uğruyor. Küçücük kabarede gösteri 9.00’da başlıyor. Gösteri fiyatı bir içki dahil 25 Euro. Ve yerler günler öncesinden doluyor.

Bu sefer şansımızı küçük bir lokantada deniyoruz. Orası da dolu. Ama çok tatlı siyahi garson 1 saat sonrası için bize yer ayırabileceğini söylüyor. Arkadaşımın eşinin bizi beklediği cafe'de o bir saati geçirdikten sonra lokantaya gidiyoruz. Şarap eşliğinde soğan çorbası, şarapta 4 saat pişmiş biftek ve çikolatalı kekten oluşan yemeğimi bitirene kadar garsonlar bikaç defa tepemizde tur atıyor. Sonunda pes edip bitiriyorum. Çok güzel bir Montmartre gecesi böyle bitiyor.

Ertesi gün arkadaşlarım Türkiye’ye dönüyor. Benim uçağımsa onlardan bir gün sonra. Tek başıma kaldığım o günü değerlendirmek için en iyi seçenek Louvre. Eskiden gittiği müzeleri her ayrıntısıyla gezmeyi seven, ama Viyana’ya geldiğinden beri henüz (İtalya dışında) hiçbir müzeye girmeyen ben Louvre’da başka bir taktik geliştiriyorum: Müzenin girişinde dağıtılan kitapçıkta önerilen yirmi eseri gezmekle yetinmek. Çünkü Louvre’un büyüklüğüne, gezmekle bitirilemeyeceğine, en iyisinin tadını çıkarmaya bakmak olduğuna dair o kadar çok şey okumuşum ki, kendimi kasmanın anlamsız olduğunu biliyorum. Gerçekten 2,5 saatte ancak kitapçıkta gösterilen 20 kadar eseri gezebiliyorum. Zaten müzenin sahip olduğu koleksiyonların sadece yüzde 10’unu ziyaretçileriyle paylaşabildiği söyleniyor ve bu yüzden önümüzdeki yıllarda başka ülkelerde iki müze daha açılması planlanıyor. Üstelik eski bir saray olan müze binasında hiçbir sanat eseri olmasa bile, sadece binayı gezmenin yarım gün falan alacağını hissediyorum.

Paris metrosunda hiç kimseye sormadan hemen her yere gidebilmiş olan ben, Louvre’da eserlerin olduğu salonları ve katları bulabilmek için neredeyse her köşebaşında bulunan görevlilerden belki 50 kez yardım istiyorum. Belirtilen 20 eser müzenin çeşitli köşelerine dağılmış, dolayısıyla onları ararken her bölüme, her salona girip çıkmış oluyorum. Bu eserlerin içinde Mona Lisa, Milo Venüsü, Hammurabi Kanunları gibi herkesin bildiği en ünlü eserlerden tut da adını bile duymadığım resimlere kadar çok çeşitli yelpazede ürün yer alıyor. Ama eminim ki müzede önerilenlerden çok daha fazla beğenebileceğim bir sürü parça var. Yine de risk almıyorum, Mona Lisa’dan başlayarak işaretli yerleri geziyorum.

Aslında önce Mona Lisa’dan başlamıyorum. Ama kısa süre içinde ordan oraya koştururken listede yazılı eserleri bile göremeyeceğim korkusu doğuyor. Herşey bir yana bazı salonlar kapalı ve bir kattaki eseri görmek için başka bir kata inip ordan merdivenlerle tekrar eserin bulunduğu kata çıkmak gerekebiliyor. Bu durum turu daha da zora sokuyor. Açıkçası Louvre’a gelip Mona Lisa’yı görmeden dönme fikri beni korkutuyor. Doğrudan Mona Lisa’nın olduğu salona gidiyorum. Mona Lisa’nın başı pazar tezgahı gibi kalabalık. İşin ilginç yanı Orsay’de cep telefonuyla bilgi panosunun resmini almak bile yasakken Louvre’da fotoğraf çekmek serbest. Mona Lisa’nın önünde fotoğraf çekerken Linz’de Erasmus yapan üç Türk kız öğrenciyle tanışıyorum. Birbirimizin fotoğraflarını çekiyoruz. Sırf Mona Lisa’yı görmek için Linz’den kalkıp Paris’e geldiklerini öğreniyorum.

Mona Lisa benim için pek bir anlam taşımıyor. Vaktim olsa ve gezebilsem müzede daha çok beğeneceğim eserler olduğuna eminim. Osmanlı topraklarından kaçırılış hikayesini çocukluğumda okuduğum Milo Venüsü daha çok ilgimi çekiyor. Bir de tarihin en eski yazılı kanunlarından olan Hammurabi Kanunları’nın yazılı olduğu tablet. Bu tableti müze kapanmadan az önce görüyorum. Bulmak için de epey aramam gerekiyor. Benim Hammurabi kanunlarıyla işim bittiğinde, müzenin de kapanma saati gelmiş oluyor.

Hava kararmış, yapılacak bir şey daha var: Eyfel Kulesi’nin gece halini yakından görmek. Louvre’dan Eyfel’e Jardin des Tuileries’in içinden geçerek gidiyorum. Yolda insanlara yol soruyorum, turist misiniz sorusuyla karşılaşıyorum. Belki gecenin bir saati Paris sokaklarında yalnız gezen bir kadın turist fikri onlara garip geliyor. Turist dediğin gruplar halinde gezer, yanında rehberi bulunur, elinde fotoğraf makinasıyla sürekli fotoğraf çeker, değil mi ya!

Eyfel gece ışıkları içinde çok güzel görünüyor. Aklımda yukarı çıkmak da var ama ocak ortasında bir gece vakti bile önünde acayip bir kuyruk var. Belki yanımda biri olsa göze alabileceğim, ama tek başıma beklemek istemediğim bir kuyruk. Zaten Paris’in Montmartre’tan görüntüsü bana yetiyor, Eyfel’e çıkmam şart değil. Paris’in simgesi meşhur kulenin yakından fotoğraflarını çekip eve dönüyorum.

Ertesi gün dönüş zamanı. Evden sabah 09.00’da çıkıyorum. Servis vaktine birkaç saat var ve gitmediğim bazı yerlerde dolaşmak istiyorum. Metrodan Jardin du Luxembourg’da iniyorum,  parkta geziyorum. Sonra Pantheon’a gidip yapıyı dışarıdan seyrediyorum. Önünde çocuklar futbol oynuyor. Ardından Sorbonne Üniversitesi’nin kapısına gidiyorum. Kapıda bekleyen polislere içeri bir göz atıp atamayacağımı soruyorum, hayır diyorlar, ayrılıyorum. Kendime Pomme de Pain’den 2.5 Euro’ya “le mini Villageois” sandviç alıp Sen Nehri üzerindeki köprülerin birinden geçerek sonraki durak Châtelet’den metroya biniyorum. Ve Paris’e ilk geldiği yerdeyim: Porte Maillot.

Bundan sonrası işin angarya kısmı. Servis otobüsüyle Porte Maillot’dan Beauvais, havaalanında görevli doğma büyüme Beauvais'li olan ve iki dakikalık konuşmamızda bana oradaki ırkçılıktan şikâyet eden Osman, Türk pasaportumla ilgili olduğunu sandığım ayakkabılarımı çıkartmaya kadar varan aranma süreci, duty free’den (AB üyesi olmayan ülkelerin vatandaşlarına özel fiyattan) Eyfel Kulesi şeklinde brendi alışverişi, 16.15 Bratislava uçağı, uçakta içki içip sarhoş olan ve yolculuğun ikinci yarısını kahkahalarla geçiren arka koltuk komşularım, 18.15’te Bratislava’ya varış, 61 numaralı otobüsle Hlavna Stanica. Otobüs istasyona vardıktan 2 dakika sonra kalkan Viyana treni, bi sonraki tren için 2 saat bekleyiş, merak eden kardeşimin aramasına kontörüm bittiği için cevap verememem, ona mesaj atmak için gittiğim internet cafede Slovak alfabesi yüzünden mail adresimi bloke etmem ve nihayet tren saatinin gelmesiyle bekleyişin bitmesi. Trende ciyaklayan çocuklardan, bi yandan manikür yapıp bi yandan bağıra çağıra telefonda konuşan kadınlardan kaçıp sonunda erkelerin çoğunlukta olduğu bi kompartıman bulmamla huzur içinde geçen Viyana yolculuğu. Ve gece yarısına yaklaşırken yurda dönüş. Paris macerasının sonu.

Paris başta bu muymuş dedirtiyor ama sonra insanı içine çekiyor. Kalbimin birazı da orda kalıyor. Aslında göremediğim biçok yer oluyor ama sabahın köründe çıkıp akşamın köründe dönerek kaldığım evi otel olarak kullanmak istemiyorum. Beni ağırlayan aileyi çok seviyorum. Ailenin 13 yaşındaki köpeği Tomy'nin ilk gece yatarken karşı kanepeye koyduğum giysilerimi özenle yere atıp kendi yerleşmesi beni gülmekten öldürüyor.

Sonuç itibariye benim için çok güzel geçen bir yolculuk oluyor. Türkiye'den gitmeye kalksam sadece pasaport ve vize bile alamayacağım bir maliyete Paris’i görmüş, arkadaşımı da nikâhında yalnız bırakmamış oluyorum. Aslında bi eğitim değil kültürel değişim programı olan Erasmus'un bu açıdan benim için amacına ulaştığını düşünüyorum. Zaten Avrupa havaalanlarının, müzelerinin Avrupa'yı gezen Türk Erasmus öğrencileriyle dolu olması da bu durumu kanıtlıyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder