18 Mayıs 2012 Cuma

Rönesans'ın Doğduğu Şehir: Floransa



Floransa’yı en çok, geçen yıl okuduğum bir kitapta adı geçen Stendhal Sendromu’ndan dolayı merak ediyorum. İnsanların sanat eserlerinin muhteşemliği karşısında kendilerini kaybettikleri kent. Her adımında tarih ve sanat kokan bir Rönesans abidesi.

Floransa SMN istasyonuna vardığımızda vakit öğlen civarı. Via Faenza 94r adresindeki hostel yine tren istasyonuna yakın ama bu sefer bulmakta biraz zorluk çekiyoruz. Çünkü Floransa’da kapı numaraları evler ve işyerleri olarak ayrılmış, hiçbiri birbirini tutmuyor. Sokağında yırtık bir İtalyan bayrağı asılı hostelimizi sonunda buluyoruz ve sonraki günlerde sokağı bulmak için hep bu yırtık bayrağın izini sürüyoruz. J

Buradaki hostelimiz Archi Rossi. Tren istasyonuna yakın olmasının yanı sıra, belki de gezi boyunca kaldığımız en tatmin edici mekân. Kaldığımız her yerin bazı artıları, bazı eksileri var. İçlerinden en çok artısı olan yer burası. Çünkü iki gün üst üste rehberli şehir turunun yanı sıra, kaldığımız ay itibariyle ücretsiz akşam yemeği de sunuyor. Hem kahvaltı, hem akşam yemeği için çok sayıda seçenek var. Ücretsiz sundukları pizzalar, Türkiye’de yediğimiz en iyi pizzalardan daha iyi. Şimdiye kadar kaldığımız yerlerin en büyüğü, dolayısıyla en kalabalığı. Dünyanın her tarafından İtalya’yı gezmek için gelmiş çok sayıda genç var. İsrailliler, Avustralyalılar, Uzak Doğulular. Hostelin duvarları misafirlerin yazdığı yazılarla kaplı. Bahçesi ve iç mekânları heykellerle, resimlerle.

Hostele gittiğimizde gezi planımız netleşiyor. Ertesi gün ülkenin en ünlü sanat galerisi Uffizi kapalı ve ertesi sabah hostelin düzenlediği rehberli şehir turu var. Bu durumda ilk günümüzü bu ünlü müzede değerlendirmeye karar veriyoruz. Önünde uzayan kuyruklarla meşhur, gezmek için bir gün önceden rezervasyon yaptırmak gerektiği söylenen Uffizi’ye mevsim itibariyle hiç sıra beklemeden, elimizi kolumuzu sallaya sallaya giriyoruz. Bu galeriyi gezmeye başlarken ne görmek istediğimizi bilmemiz gerektiğini söylüyorlar, gerçekten öyle. Eğer ne aradığınızı bilmezseniz resim kalabalığı içinde kayboluyorsunuz. Ya da bizim gibi Osmanlı sultanlarının koridorlara asılmış çirkin resimlerine takılıp kalıyorsunuz. Bir iddiaya göre sultanlar aslında o kadar çirkin değilmiş ama Batılı ressamlar gıcıklıklarından bu kadar çirkin resmetmişler. Bilemiyorum, Osmanlı’da resim diye bir şeyin olmadığı dönemden bahsediyoruz, her şey mümkün. Aynı dönemde Batı’da eline her fırçayı alan bir şey çizmiş olsa gerek ki, bugün geriye kalanlar bile müzeler doldurmaya yetiyor.

Resimlerin çoğu dini içerikli, bir süre sonra insanı boğmaya başlıyor. Ünlü ressamların tabloları aralarda tek tük duruyor, başta dediğim gibi ne aradığınızı bilmezseniz o kalabalıkta dikkat etmeden geçip gidiyorsunuz, ya da yanlışlıkla atladığınız bi salon size Leonardo’yu kaçırtıyor. J  İlk turumuz bittikten sonra ikinci kez dolaşmamıza ve arada kaçırdıklarımızı aramamıza karşın, belki de müzenin simgesi olan Boticelli’nin Venüs’ün Doğuşu benim açımdan böyle bir akıbete uğruyor. En çok ilgimi çeken resim, çocukken Hayat Ansiklopedisi’nde dedemin bana gösterdiği Âdem ve Havva resmi oluyor. Her ne kadar bu resmin asıl resimden başka bir ressamın yaptığı kopya olduğunu öğrensem de çocukluk hatıralarımı gün yüzüne çıkarıp beni etkiliyor.

Müzenin içinde Michelangelo, Leonardo da Vinci, Boticelli, Rafaello, Caravaggio, Rubens, Rembrandt resimleri. Dışında Machiavelli, Boccaccio, Gallilei, Americo Vespucci heykelleri. Avlusunda resim yapıp satan kaldırım sanatçıları-sokak ressamları. Yanında son derece güzel köprüleriyle Arno nehri. Burası galiba biraz rüya gibi bir yer. J

Uffizi'de akşamı yapıyoruz. İçindeki gezimiz bittikten sonra ilk Floransa akşamımızı müzenin terasında dinlenerek karşılıyoruz. Ertesi sabah erkenden kalkıp güzel rehberimiz Constantza eşliğinde şehir turuna çıkıyoruz. Siena’dan sonra burada da hava soğuk, özellikle sabahın erken saatlerinde. Constantza bize kentin tarihi, Rönesans’taki yeri, tarihine damgasını vurmuş Medici ailesi, sanatına damgasını vurmuş ressam ve heykeltıraşları ile ilgili çok sayıda bilgi veriyor. Tek başımıza gezsek asla bilemeyeceğimiz ayrıntıları anlatıyor. Hangi kilisenin yapımı neden yarım kalmış, ünlü Santa Maria del Fiore katedralinin (Duomo) tepesindeki İsa ve havari heykellerinin arasında neden hain Yahuda da yer almış, 1966’daki selde sular nerelere kadar çıkmış ondan öğreniyoruz. Bize barok ve gotik eserler arasındaki farkı, Medici ailesine ait binanın duvarlarındaki Viyana resimlerinin sırrını anlatıyor. Elinde Medusa’nın başını tutan Perseus heykelinde Perseus’un kafasının arkasına heykeltıraşın kendi yüzünü işlediğine, katedral kapısındaki Nuh’un gemisini tasvir eden kabartmalara onun sayesinde dikkat ediyoruz. “Sabinli Kadınların Kaçırılışı”nın hikâyesini öğreniyoruz. Bu arada yaz aylarında gelmiş olsak kalabalıktan yanlarına bile yaklaşamayacağımızı söylediği yapıları yakından inceleme ve fotoğraflama şansımız oluyor.

İki ayrı heykeltıraşın Davud heykelleri iki ayrı müzede sergileniyor. Biz ikisine de gitmeyip açık havadaki kopyayla yetiniyoruz. Her ne kadar asılları müzelerde kapalı olsa da her yer heykel, her yer sanat eseri, Roma’da olduğu gibi şehrin havasını şöyle bir solumak yetmiyor. Floransa Roma’ya benzemiyor. Roma daha geniş, daha havadar bir imaj sunarken Floransa daha küçük, daha sıkışık geliyor bize. Yine her yere yürüyerek gidiyoruz ama dönüşlerde hostelimizi bulmakta biraz zorlanıyoruz. Çünkü tüm sokaklar, binalar birbirine benziyor. Neyse ki yırtık İtalyan bayrağı var. J

Ertesi günkü turda ise Arno nehrinin öteki tarafına geçiyoruz. Ponte Vecchio köprüsünün hikâyesini de rehberimiz Constantza’dan dinliyoruz. Anlattığına göre tarihi 14. yüzyıla uzanan köprü üzerindeki dükkânlar başlangıçta tabakhanelerden oluşurken, daha sonra köprü kuyumcuların mekânı olmuş. Çünkü Medici’ler nehrin iki ayrı tarafındaki saraylarını birbirine bağlamak için köprü üzerinde bir geçit yapmışlar. Sonra da köprüdeki kokulardan rahatsız olup tabakhaneleri kaldırmışlar. Burda dinlediğimiz hikâyelerin de çoğu Medicilerle ilgili. Medici ailesine ait Pitti Sarayı’nı dışarıdan görüyoruz. İtalyan birliği ilk kurulduğunda ve Floransa ilk başkent olduğunda buranın devlet başkanının konutu olarak kullanıldığını ve Roma’da tanıdığımız meşhur Vittorio Emmanuel’in burada ikamet ettiğini öğreniyoruz. Yol üstünde bir evin cephesinde Dostoyevski’nin adına rastlıyorum. Rehberimizden onun da bir vakitler yolunun buraya düştüğünü öğreniyorum.

Tur sona erdiğinde Constantza bize Piazza Michelangelo’ya çıkmamızı öneriyor. Ayrılmak için fazla zamanımız olmamasına rağmen önerisini dinlemeye karar veriyoruz. Ne de olsa rehber olan o. Yemyeşil ağaçlarla kaplı merdivenli bir yoldan kan ter içinde tepeye çıkıyoruz. Yorucu bir yürüyüş olmasına rağmen çıktığımıza değiyor. Tepe Floransa’yı kuşbakışı görüyor. Floransa’da evlenen çiftler nikâhtan önce burayı ziyaret ediyor. Çekik gözlü güzel bir gelin fotoğrafını çekmek istediğimi görünce hemen bana poz veriyor. Ne de olsa bunun için hazırlanmış. J Dönüşte tepeden tren istasyonuna doğrudan otobüs var. Ama ilk geldiğimiz gün fotoğraf çekmenin yasak olduğu Uffizi’de düşürdüğümü sandığım fotoğraf makinesi kılıfını sormak için tekrar müzeye uğramalıyız. İçimden bir ses bulsalar da vermeyeceklerini söylüyor. Bana pek gerçekleri söylemeyi başaramayan iç sesim bu sefer haklı çıkıyor. Belki gerçekten bulamamışlardır diye kendimi avutuyorum. L

Floransa’ya İtalyanlar Firenze diyorlar. Constantza’dan Floransa’nın asıl güçlü günlerini Rönesans öncesi dönemde yaşadığını, Rönesans’ın başlamasına yaptığı katkılardan sonra eski gücünü kaybettiğini öğreniyoruz. Bu da 15. yüzyıl sonlarında Medici ailesinin gücünü kaybettiği döneme denk geliyor. Nedense duyduklarım bana hiç inandırıcı gelmiyor, Floransa ve Rönesans arasında doğrudan bağlantı kurmaya alışkın geçmiş bilgilerimizle uyuşmuyor. Ama tabii ki söyledikleri, Floransa’nın Rönesans’ı hazırlayan şehirlerin en başta gelenlerinden olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Tarihte sanat merkezi olarak yer etmiş Floransa, bugün aynı zamanda bir alışveriş merkezi olma özelliği taşıyor. Dar sokaklarını süsleyen lüks mağazalar da şehrin her yanını süsleyen sanat eserleri gibi insanın gözünü kamaştırıyor. Constantza özellikle kadınları lüks dükkânların sıralandığı sokaklardan geçerken sağlarına sollarına bakmadan yollarına devam etmeleri konusunda uyarıyor. J

Rehberimizden ayrıca Ortaçağ boyunca Siena, Floransa ve Pisa’nın birbiriyle rekabet içindeki kent devletleri olduğunu öğreniyoruz. Hepsi diğerleri içinde en güçlü olmak, yarışı en önde bitirmek istiyor. Sonundaysa mücadeleyi kazanan Floransa olmuş gibi görünüyor. Bu başarısını neye borçlu olduğunu bilmiyorum, ama yine Constantza’nın verdiği, şehrin çöplerini Arno nehrine döküp Pisa’ya gönderdikleri bilgisi en azından bu konuda bir fikir veriyor J

Floransa’dan da Vatikan gibi belki bir gün tekrar gelirim, Michelangelo’nun Davud heykelinin bulunduğu Galleria dell’Accademia’yı gezebilirim, Machiavelli’nin ve birçok ünlü Floransalının yattığı Santa Croce Basilicası’nı ziyaret edebilirim dileğiyle ayrılıyorum. Fotoğraf makinemin kılıfıyla birlikte kalbimin de bir kısmı bu büyüleyici kentte kalıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder