12 Aralık 2011 Pazartesi

Viyana'da Opera - Bale




Viyana, kültürü ve sanatı, özellikle de konserleri ve
operalarıyla ünlü bir şehir. Çok sayıda mekânda yılın her döneminde birçok gösteri sergileniyor. Aslında sadece kapalı mekânlardaki gösterileri değil, işlek caddelerindeki kaliteli sokak müzisyenleri ve performans sanatçılarıyla, konser bileti satmaya çalışan Mozart giyimli gençleriyle insanı her dakika sanata çağırıyor. Bu şehir adeta sanatla iç içe yaşıyor.

Viyana'da opera deyince akla ilk gelen mekanlardan biri Staatsoper. Mekân dünyanın en iyi opera binalarından biri olarak gösteriliyor. Yapımına 1861'de başlanmış, ilk gösteri 1869'da sergilenmiş. Ama burası da 2. Dünya Savaşı'ndan nasibini almış ve bombalar binayı tamamen yıkmış. Savaştan sonra yeniden yapılan bina yeni teknolojiyle donatılarak tekrar Viyanalıların hizmetine sunulmuş.

Viyana'ya gelmişken Staatsoper'de bir gösteri izlemeyi istemek çok normal. Gösteriyi izlemek ise bir yandan çok zor, bir yandan çok kolay. Eğer "Topu topu bir kere gelicem, en iyi yerden izleyeyim" derseniz, gözden çıkarmanız gereken para 100 Euro'dan fazla. Ama "Para vermek istemiyorum, önceden biletle uğraşmak istemiyorum. Yeter ki bir gösteri olsun, ayakta da izlerim" diyorsanız çok kolay. Biz de böyle yaptık.

Kasım ayında Kurban Bayramı tatilini yıllık izninin bir kısmıyla birleştirerek Viyana'ya gelen kardeşimin istediği ilk şey, Viyana'da bir gösteri izlemek oldu. O gece o ve arkadaşımla birlikte Staatsoper'de sahnelenen Sylphide balesine gitmeye karar verdik. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bu bale için beklentimin fazla olduğunu söyleyemeyeceğim.

Oyundan 1 saat önce Staatsoper'e gittik, önümüzdeki gençleri izleyerek sahne karşısından ayakta izlemek için 4 Euro'luk biletlerimizi aldık. Gösterinin başlamasını Staatsoper'in muhteşem salonunda bekledik. Son derece şık giyinmiş kadınlar ve erkekler salonun ışıltısına ışıltı katıyordu. Başlamasından bir süre önce gösteriyi izleyeceğimiz yere çıktık. Aslında ben her ne kadar ayakta dense de merdiven aralarına oturma imkanı falan olacağını sanıyordum. Oysa gerçekten ayaktaydı. Ayakta izleyiciler için 3-4 sıra korkuluk yapılmış, bunlar da 4'er kişi için bölümlere ayrılmıştı. Yerini seçenler şallarını bağlayarak kendileri için ayırabiliyorlardı. Burada gençler ve yalnız gelen meraklıların yanında takım elbisesini giyip gelmiş yaşlı başlı adamlar, hanım hanımcık kadınlar da vardı.

Ve gösteri başladı: Sylphide

Sylphide'in adını daha önce hiç duymamıştım. Sonradan yaptığım araştırmadan edindiğim bilgilere göre, dünyanın günümüze kalan en eski balelerinden biriydi. Hatta Vikipedi'nin iddiasına göre koreografisini İtalyan Filippo Taglioni'nin yaptığı balede, Taglioni'nin kızı Marie Taglioni parmak ucunda dans etme tekniğini ve bugün kullanılan klasik bale kostümünü ilk defa kullanmıştı. Eğer gerçekse bilmeden yaptığımız gösteri seçimi mükemmel çıkmıştı.

Bunlar biraz teknik, biraz ansiklopedik bilgiler. Beni ilgilendiren kısma gelince, ben hayatımda böyle birşey izlemedim. O görsellik, o estetik, 19. yüzyıldan kalan bir sanat eserinde teknolojinin kullanımı... Tek kelimeyle hayran kaldım. Opera bale gibi sanatların çağının geçtiğini düşünen ve nasıl ayakta kaldıklarını bi türlü anlamayan kardeşim bile gösteriyi çizgi film mükemmelliğinde buldu. Bana göreyse masal gibiydi.

Özellikle vahşi bir orman dekoru içinde geçen ikinci yarı büyüleciydi. Dekor üç boyutlu hazırlanmıştı. Ormanın sahnenin derinliklerine kadar gidişi dekordan izlenebiliyordu. Yeşil ormanın önünde muhteşem bir ahenkle dans eden beyaz giysili periler mükemmel bir görüntü oluşturuyordu. Özellikle havada uçan periler inanılmazdı. Aslında bunların hiçbiri günümüz teknolojisiyle yapılamayacak şeyler değildi. Belki de beni en çok, 19. yüzyıldan kalma romantik bir balede teknolojinin bu şekilde kullanılarak müthiş estetiğe sağladığı katkı etkiledi. Sonuç, inanılmaz bir görsel zevk.

Bu arada dikkatimi çeken bir şey, gösterinin orta yerinde seyircilerin sürekli alkışlaması, oyuncuların da sürekli gösteriyi keserek seyircileri selamlaması oldu. Bir de orkestra orkestra çukurunda değil, seyircilerin görebileceği bir şekilde yerleşmişti. Belki bale olduğu için böyleydi, bilemiyorum. Türkiye'de uzun zamandır operaya baleye gitmediğim için balelerde orkestranın nerede durduğunu hatırlayamıyorum. Ama yerli yersiz alkışlamanın ayıp sayıldığını, hatta bunun zaman zaman tartışmalara yol açtığını biliyorum.

Emin olduğum şeyse, böyle bir baleyi Türkiye'de izlememin pek mümkün olmadığı. Hatta, acaba tüm Türkiye'de sadece bu balede sahneye çıkan sayısı kadar balerin var mıdır diye de merak ettiğimi itiraf etmeliyim.

Volksoper

Ertesi akşamki durağımız Volksoper oldu, yani "Halk Operası". Viyana'nın kuzeyinde, merkeze görece uzak bir yerde 1898'de açılan opera. Staatsoper'den farkı dış görünüşünden başlayarak hissediliyordu. Bulunduğu yer, binanın kendisi, teknolojik imkanları Staatsoper'in yanından geçmiyordu. O gece Salome operasını yine aynı yöntemle, ayakta izledik. Ama ilk akşamki kadar beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Salonda çok sayıda boş koltuk vardı, bazı insanlar yarısında çıkıp gitti, çok da alkış almadı. Benim sıkılmamda ortamın kasvetli, konunun dini olmasının yanı sıra, tek bir kelime Almanca anlamadığım için konuyu takip edememem de etkili oldu tabi. Ancak konuşmalar dışında sahnede izleyiciye hitap eden hiçbir şey yoktu. Sahne oyun boyunca sadece birkaç defa değişti. İstanbul'daki gösterilerden pek de farkını görmediğim bu gösteri açıkçası bana pek birşey ifade etmedi. Hele Staatsoper'in büyüleyiciliğinden sonra...

Ama burda da ayakta opera izleyen gençler, yaşlılar, opera dürbünüyle gelen müdavimler Viyana halkının sanat sevgisi konusunda bana iyi bir fikir verdi. Eşitsiz de olsa, sanat herkes için.

31 Ekim 2011 Pazartesi

Sacher'de Doğum Günü

















Viyana'da ekim ayını, Cafe Sacher'de yediğim sachertorte ile doğum günümü kutlayarak bitiriyorum.

Viyana'nın ünlü pastası sachertorte için önerilen iki adres var. Cafe Sacher ve Cafe Demel. Biz bir gün öncesinde akşam saatlerinde ziyaret ettiğimiz Cafe Demel'i açık bulamadığımız için, ertesi gün bu sefer günün daha erken bir saatinde Cafe Sacher'e gidiyoruz.

Sachertorte kuruya yakın keki ve hiçbir özellik bulamadığımız tadıyla bizi hayalkırıklığına uğratıyor. İçimi baymasını yanında sipariş ettiğimiz meşhur Viyana kahvesi melange önlüyor. Ama ortamın havası, çalışanların güleryüzü, damaklarımızı olmasa da akşamımızı tatlandırıyor. Her ne kadar ortamın turistler için özel olarak hazırlanmış olduğu besbelli olsa da...

Uzun süre oturduktan sonra kalkıp Viyana sokaklarında dolaşıyoruz. Mağazaların vitrinlerini izlemek, kitapçılara girip çıkmak her zaman olmadığı kadar güzel geliyor. Viyana'da ilk ve son doğum günümü üşüyene kadar sokakları arşınlayıp Viyana gecesinin havasını koklayarak geçiriyorum. İlk defa yaşadığım bir deneyimi aynı zamanda son defa yaşadığını bilmek, o deneyime ayrı bir önem kazandırıyor.

Wachau Vadisi - Melk Manastırı






















Wachau, kendimizi kentin dışına atmak istediğimiz sıkıntılı bir Viyana pazarının muhteşem kurtarıcısı oluyor. Aslında ülkenin kuzeyinde, Viyana'nın da batısında kalan, ancak batıdan doğuya doğru akan Tuna nehri nedeniyle Aşağı Avusturya adını alan eyalet sınırları içinde yer alan meşhur vadi, UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde bulunuyor.

Wachau'ya gitmeyi planladığımız gün Viyana'da hava 4 derece ve kapalı. Ancak hava durumundan bölgede sıcaklığın 10 derece ve havanın açık olduğunu öğrenince hiç düşünmeden sabah erkenden Westbahnhof'tan trene atlıyoruz. Çünkü sadece sabah 9.18'de kalkan tren bize Melk yolculuğu, Melk Manastırı ziyareti, Melk'ten Krems'e tekne yolculuğu ve Krems'ten Viyana'ya dönüş yolculuğunu paket halinde sunuyor. Üstelik 48 Euro'ya malolan bu paket için son günlerimiz, çünkü ekim ayının sonunda havaların soğumaya başlamasıyla birlikte geziler de sona eriyor.

Westbahnhof'tan batıya doğru başlayan yolculuğumuzda sadece bir istasyon sonra kendimizi neredeyse şehir dışında buluyoruz. Viyana'ya küçük diyenlerin dayanak noktalarından biri bu olsa gerek. Adı her ne kadar batı olsa da Viyana'nın merkezine çok yakın istasyonlardan birinde trene binip bir sonraki istasyonda yeşille kucaklaşmak, ucu bucağı olan bir kentte yaşadığımız duygusunu güçlendiriyor.

1 saatten fazla süren yolculuğumuzu yeşillikler içinde kurulmuş kasabaları, kasabaların çevresindeki yeşil alanları ve kasabaları tren istasyonlarıyla buluşturan patikaları izleyerek geçiriyoruz. Uçakla gelirken gördüğümüz Viyana'nın doğusundaki kilometrelerce düzlük alanın aksine, batıya doğru gittikçe karşımıza tepeler çıkmaya başlıyor. Ama yeşillikler, güzel küçük kasabalar, düzenli tarım alanları bir Avusturya klasiği olarak varlığını koruyor.

Melk'e ulaştığımızda sokaklar bomboş. Biraz sonra kilisedeki pazar ayini bitiyor ve sokaklar insanlarla doluyor. Biz biraz merkezde oyalandıktan sonra bir tepenin üstünde muhteşem biçimde konumlanmış Melk Manastırı'na yöneliyoruz. Girişini bulana kadar bir süre manastırın çevresinde dolaşıyoruz, bu arada yol sorduğumuz küçük bir benzin istasyonunun market kısmındaki taburelere tüneyip hem ısınıyoruz, hem kahve eşliğinde bir şeyler atıştırıyoruz. Ne de olsa dışarıda sıcaklık 10 derece ve henüz güneş gülen yüzünü bize göstermiyor. Nedense o küçücük benzin istasyonu bende Avusturya'da değil, Amerika'da olduğum hissini uyandırıyor. Her planlanmış gezimde planlanmamış şeylerden aldığım ekstra tat gibi, bu benzin istasyonu molası da aklıma mutlulukla kazınıyor.

Melk Manastırı ilk andan itibaren muhteşem görüntüsüyle bizi büyülüyor. İçeri girerken bir Japon turist grubunun arasında kalıyoruz. Bu grupla birlikte bir de Avrupalı grup gezimiz boyunca bize eşlik ediyor. Japonlar sürekli fotoğraf çekerken, Avrupalılar sürekli flaşsız çekmeleri konusunda onları uyarıyor. 

11. yüzyılda inşa edilen Melk Manastırı, Avusturya'nın en önemli barok binalarından biri olarak gösteriliyor. Ancak içindeki ihtişam yapının ortaçağdan kaldığı izlenimi pek uyandırmıyor. Açıklamalardan yüzyıllar içinde manastıra zengin soyluların destek verdiğini ve geçen 1000 yılda manastırın bugünkü halini aldığını anlıyoruz. Özellikle kütüphane ve kilise harika. Kütüphanede yer alan binlerce deri kaplı kitap bize hepsinin gerçek olup olmadığını düşündürüyor. Oysa gerçekler ve dünyaca ünlü bu barok kütüphane, arşivinde yüz bin kitap barındırıyor.) Öyle büyülü bir hava var ki, heyecandan kalbim duracak gibi oluyor. Bu kütüphane bana, İstanbul'da bir sahafla yaptığım röportajda 17. yüzyıldan kalma bir kitabı elime aldığımda yaşadığım heyecanı tekrar hissettiriyor. 

Kütüphanenin ve yanındaki salonun tavanı olduğu gibi renkli resimlerle kaplı. İlginç bir şekilde kütüphanenin tavanı dini resimlerle süslenmişken yanındaki odanın tavanında Eski Yunan savaş sahneleri var. Ortaçağ'dan kalmadığı belli olan birşey daha :) Ancak manastırın Ortaçağ'la başlangıçta hiç tahmin etmediğim bir ilgisi var. Burası Umberto Eco'nun ünlü Gülün Adı romanına ilham veren ve kitabın filminin çekildiği yer. Ayrıca kitaptaki anlatıcı da Melk'li. Oysa manastır karşıdan gördüğüm, içini gezdiğim ve arkamda bırakıp gittiğim anların hiçbirinde bana Gülün Adı'nı çağrıştırmıyor. Gülün Adı'nın bende yaşattığı duygulara göre çok daha güzel, çok daha renkli ve çok daha süslü. Yine barok etkisi olsa gerek :)

Manastır turunu kilisenin huzur ortamında dinlenerek bitiriyoruz. Kilisenin ihtişamı anlatılacak gibi değil. Ancak artık ayrılmalıyız çünkü Tuna nehrinde Krems'e kadar yapacağımız tekne turu bizi bekliyor. Tura yetişmek için biraz da koşmamız gerekiyor. Neyse ki biletlerimiz önceden hazır.

Melk'ten kuzeydoğuya doğru Tuna boyunca yol alıyoruz. Yaklaşık 2 saat süren yolculuğu nehir kenarındaki kaleleri ve küçük yerleşim yerlerini kâh izleyerek, kâh fotoğraf çekerek geçiriyoruz. Kuzeydoğuya doğru gittikçe hava bulutlanmaya başlıyor. Yavaş yavaş Viyana'ya dönüş yolunda olduğumuzu anlıyoruz.

Yolculuk bitip Krems'e indiğimizde hava soğuk ve kapalı. Bu küçük şehir Avusturya açısından üç noktada önem taşıyor. Birincisi, Avusturya'nın Eski Taş Çağı'na ait en önemli kalıntısı ve Viyana Doğa Tarihi Müzesi'nin en önemli eseri Willendorf Venüsü 1908'de Krems yakınlarındaki Willendorf köyünde bulunuyor. İkincisi şehir çevresindeki şarap bağlarıyla Avusturya'nın şarap üretiminde önemli bir yer tutuyor. Üçüncüsüyse Sissi filmlerinin kır sahnelerinin bir kısmı Krems'te geçiyor.

Akşam vakti trene yetişmek üzere geldiğimiz şehirde fazla zaman geçiremiyoruz. Şehri şöyle bir turlayıp tren istasyonuna gidiyoruz. Bu sefer teraslanmış topraklardaki şarap bağları arasından Viyana'ya dönüyoruz. Bir kez daha evimizdeyiz. Geçici evimiz diyelim :)

30 Ekim 2011 Pazar

Saraylar - Belvedere

















Güneşli Viyana günlerinden birinde arkadaşımla birlikte ziyaret etmek için seçtiğimiz saray Belvedere.

Habsburg generallerinden Savoy Prensi Eugene'nin yazlık konutu olarak inşa edilen Belvedere, önündeki büyük havuzla birlikte düş sarayı gibi görünüyor. Yapının bu muhteşem görüntüsü insanın aklına kazınmakla kalmıyor, aynı zamanda fotoğraflarıyla da Viyana arşivlerinde önemli bir yer tutuyor. Çekilen birçok Viyana fotoğrafında Belvedere'nin bu görüntüsü yer alıyor.

Birçok sanat yapıtına ev sahipliği yapan saray, daha çok Gustav Klimt'le birlikte anılıyor. Klimt'in ünlü Öpüş tablosu da burada yer alıyor. Ancak biz yine sarayın bahçesinde bir gezinti yapmakla yetinip içini gezmeyi daha soğuk havalara bırakıyoruz. Sarayın arkasındaki kapıdan çıkıp Viyana'nın doğu mahallerini keşfe çıkıyoruz.

Biz Viyana'nın arka sokaklarını keşfederken, 19. yüzyılda yaşamış ünlü ressam Gustav Klimt kentin bugününü aydınlatmaya devam ediyor. Viyana Üniversitesi'nin ana binasını gezdiren rehberin daha okula ilk geldiğimiz hafta bize anlattığına göre, Klimt'e, Viyana Üniversitesi'nin tavanını süsleme görevi veriliyor. Ancak Klimt'in hazırladığı Tıp, Felsefe ve Hukuk adlarındaki üç resim skandala yol açıyor ve tavana asılmıyor. (Kaynaklar bu resimlerin 1945 yılında kentten çekilen Nazilerin çıkardığı yangında yandığını belirtiyor.) Daha sonra Klimt, bir grup sanatçı ile dönemin akademik sanat anlayışına karşı çıkan Secession akımını kuruyor. Bundan sonra ise Viyana'da sanat deyince akla gelen ilk isimlerden biri oluyor. 

Saraylar - Schönbrunn Sarayı

















Schönbrunn Habsburglar'ın yazlık sarayı. Şehrin dışında geniş bir alana kurulmuş. Bakımlı bahçeleri, heykelleri, süslemeleriyle bir Viyana klasiği. Aslında anlatılmaz yaşanır denilecek türden bir yer.

İnsanlar da burada yaşıyorlar zaten :) Kimi bebeğini almış gelmiş güzel havanın tadını çıkarıyor, kimi banklarda oturmuş kitabını okuyor, kimi de koşuyor, spor yapıyor.

Ben yalnız başıma güneşin tadını çıkarmak istediğim bir hafta sonu kendimi Schönbrunn'a atıyorum. Sarayın bahçesinden içeri girince önce bir süre banklarda oturup dinleniyorum. Oturduğum yerde güneş öyle içimi ısıtıyor ki uzun süre kalkmak istemiyorum. Daha sarayın arka kısımdaki bahçelerden, teraslardan, labirentlerden, hayvanat bahçesinden haberim yok. Bir süre sonra yürümeye başlayınca arkaya geçen kapıyı görüyorum. Asıl güzellik şimdi başlıyor. Hafif bir yokuş beni tepedeki seyir terasına götürüyor. Ben yukarı çıktıkça Viyana gözlerimin önüne seriliyor. Önde geniş yeşillikler, arkada saray, onun arkasında binalarıyla, çatılarıyla, çan kuleleriyle Viyana. En tepede bir havuz, arkasında kocaman heykellerle süslenmiş seyir terası. İnsanlar bu terastan kuşbakışı Viyana'yı izliyor.

Ve dönüş yolunda bir sürpriz: sincaplar. Ağaçların arasında oynaşıp duruyorlar. Bir adam onları yanına çağırıp besliyor. Kahverengi, siyah bir sürü sincap bir oraya bir buraya koşturup duruyor. O kadar hızlı gözden kayboluyolar ki fotoğraflarını çekmeye yetişemiyorum. Kısa sürede çevreye bir sürü insan toplanıyor. Sokaklarında kedi ve köpek bile yaşamayan Viyana'da parkta yaşayan sincaplar günümüzü şenlendiriyor.

Schönbrunn'un sonbaharına doyum olmuyor. Bazı bitkiler hala yemyeşilken bazılarının yaprakları dökülmüş. Yeşilin yanında sarı kırmızı kahverengi yapraklar ağaçları kaplamış. Benim yukarıdan aşağı dönüşümle birlikte akşam olmaya başlıyor. Yürüyüş yolları, labirentler, hayvanat bahçeleri başka bir zamana kalıyor. Havalar soğumadan tekrar gitmeyi planlayarak, doyamadan Shönbrunn'dan ayrılıyorum. Shönbrunn bahçeleri, Viyana'da gezdiğim en güzel yerlerden biri olarak hafızama kazınıyor.

Çıkışta bir adamın sprey boyalarla yaptığı manzara resimlerine denk geliyorum. İnsanlar çevresine toplanmış onun resim yapışını izliyor, o da resimlerini insanların beğenisine sunuyor. Ancak resimlerdeki güzellikler Schönbrunn'unkilerin yanında hiç kalıyor.

Rehber kitaplar bu sarayın 1683'teki Osmanlı Kuşatması sırasında yok olan ağaçlık alanın yerine yapıldığını söylüyor. Eğer doğruysa Türkler'in Viyana'da bıraktıkları en harika izlerden biri olsa gerek :)

Saraylar - Hofburg Sarayı

















Habsburg Hanedanı'nın sarayları, rehber kitaplarda Viyana'nın Yıldızları arasında gösteriliyor. Daha doğal ne olabilir ki?

Viyana'da göz önünde olan üç saray var: Hofburg, Schönbrunn, Belvedere.

Hofburg Sarayı'na Viyana Üniversitesi'nden başlayıp MuseumQuartier'den devam eden şehir turunun son durağı olarak ulaşılabiliyor. Saray geniş bir alana yayılmış, çok sayıda açık ve kapalı alandan oluşan bir binalar kompleksi. İçinde çok sayıda müze barındırıyor. Bunların en başındaysa Sisi Müzesi geliyor.

Sisi Müzesi. Sisi'nin Sarayı. Viyana'ya ayak bastığım andan itibaren yaşadığım en büyük heyecanlardan birini burada yaşıyorum. Midemde oluşan krampların yanı sıra başıma ağrılar giriyor. Bugün benim için hiçbir anlamı olmayan bir film kahramanı, bir çocukluk hayali beni nasıl bu kadar heyecanlandırıyor bilmiyorum. Acaba aylar önce tercihlerimi yaparken Viyana'yı ilk sıraya yazmamda bilinçaltımda yaşayan bu çocukluk hayalinin de mi etkisi var, merak ediyorum. Sanıyorum hayatta yaptığımız seçimler aslında o zamana kadar içimizde biriktirdiklerimizin bir sonucu olarak biçimleniyor. Bu konu üstüne kim bilir daha ne kadar düşünülür, daha ne kadar yazılır. Ama bu noktada artık buna çok da kafa yormak istemiyorum. İstediğim, sadece tadını çıkarmak.

Müzelerde olduğu gibi sarayların içine girmeyi de soğuk kış günlerine saklıyorum. Ama ne var ne yok diye hediyelik eşya dükkanına girmekten kendimi alıkoyamıyorum. Yüzlerce çeşit hediyelik eşya Viyana'yı ve Sisi'yi turistlere pazarlıyor. Kibritlerden banyo sonrası bakım kremlerine kadar Sisi desenli yüzlerce ürün var. Gustav Klimt'in resimleriyle bezenmiş şemsiyelerde gözüm kalıyor. Şimdilik hiçbir şey almıyorum. Sadece izliyorum.

Sarayın bahçesinde insanları gezdiren at arabaları tarihi Viyana'nın havasını bize koklatıyor. Ama bir yandan bahçedeki inşaat faaliyetlerine malzeme taşımak için getirilmiş tırlar, kamyonlar insanı hemen bugüne döndürüyor. Viyana böyle bir şehir. Tarihi havayı birçok yerde hissedebiliyorsunuz. Ancak tarihi binaların önüne park etmiş arabalar, faytonların yanında biten bisikletliler, saray bahçelerinde hafta sonları koşan insanlar bugünden kopmanızı engelliyor. Viyana aynı zamanda yaşayan bir şehir. Bunu her adımınızda size hissettiriyor.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Viyana'nın Yıldızları






















Yarım bıraktığım Viyana turuna, bu sefer güneşli bir günde, ilk turda son noktayı koyduğum MuseumQuartier'den başlayarak devam ediyorum. Güneşin tadını çıkarmak isteyen gençler MuseumQuartier'in önündeki yeşil alanda oturmuş sohbet ediyorlar. Bense fazla oyalanmadan, daha önce Dali sergisini gezdiğim ve Georg Büchner'in Woyzeck oyununu tek bir kelime bile anlamadan Almanca izlediğim müzeler kompleksini geride bırakıp, hemen karşısında yer alan Doğa ve Sanat Tarihi müzelerinin bahçesine geçiyorum.

Karşılıklı inşa edilmiş Doğa ve Sanat Tarihi müzelerinin binaları harika, kendileri birer sanat eseri. Binaların önündeki heykeller, üstlerindeki işlemeler beni benden alıyor. İkisinin tam ortasında Maria Theresia Anıtı yerleştirilmiş. Her ne kadar benim de çocukluğumda hayranlık duyduğum Sissi filmleri sayesinde Avusturya'nın dünyada en çok tanınan imparatoriçesi Elisabeth olsa da, Avusturyalılar Habsburg hanedanının devleti bizzat yöneten tek imparatoriçesi olan Maria Theresia'yı daha çok önemsiyorlar. Ülkeye zorunlu eğitimi getiren kişi olan Maria Theresia'nın, Viyana Üniversitesi içinde de bir büstü bulunuyor.

Müzelerin ortak bahçesi muhteşem. Son derece bakımlı, yemyeşil bir bahçe... Heykellerle süslenmiş havuzlar... Havuzlarda içlerinden su akan fıskiyeler... Fıskiyelerden akan suyu içmeye çalışan kuşlar...

Kuşlar... Sokaklarında kedi ve köpeklerin yaşamadığı Viyana'da sokakta görebileceğiniz insan dışında tek özgür canlı. (İnsanların boyunlarında tasmalarla, ağızlarında ağızlıklarla, bazen kucaklarında, bazen yanlarında gezdirdikleri köpekleri saymazsak. Onların özgürlükleri yok çünkü.) Bazen metro istasyonlarının kapalı alanlarında başınızın üstünden pike yaparak sizi korkutuyorlar, bazen de bir havuzda, bir balık heykelinin üstüne konup heykelin ağzından havuza akan suyu içmeye çalışarak gününüze neşe katıyorlar. Burada kedi ve köpek yok, kuşlarla yetinmek zorundayım. İstanbul'da en çok sokaklarda ve bahçemizde yaşayan kedileri, bir de denizi özlüyorum.

Bahçede bulduğum boş bir bankta uzun süre oturup güneşin tadını çıkarıyorum. Normalde müze delisi olan ben, müzelerin için girmek bile istemiyorum. Bu kent başlı başına bir müze.

Yeterince oturduktan sonra kalkıp turuma devam ediyorum. Rehber kitaplarda Viyana'nın yıldızları arasında gösterilen başka bir yere doğru yoluma devam ediyorum. Sisi'nin yaşadığı, Maria Theresia'nın sonradan Fransa İmparatoriçesi olacak ve Fransız Devrimi'nde idam edilecek kendisinden daha ünlü kızı Marie Antoinette'yi doğurduğu Hofburg Sarayı'na... Saraylar başka bir yazının konusu olsun.

21 Ekim 2011 Cuma

İçinden Müzik Geçen Kent Bratislava


















Slovakya'nın başkenti Bratislava, rehber kitaplarda Viyana çevresindeki görülecek yerler arasında ilk sırada yer alıyor. Biz de daha Viyana'da birçok, Avusturya'da ise hiçbir yeri görmeden, bir pazar sabahı Bratislava yollarına düşüyoruz. Pazar günü Viyana'da her yerin kapalı olması arkadaşımın içini sıkıyor ve kendisini Viyana dışında en yakın yere atmak istiyor.

Komşu ülke Slovakya'nın başkenti Bratislava'ya Viyana'dan çok kısa ama çok güzel bir tren yolculuğuyla ulaşıyoruz. Yemyeşil kırlar, bölgeye özgü muhteşem evler arasında geçen yolculuğumuzda bir saatin nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Sanki bir Avrupa başkentinden diğerine değil de, bir kasabadan bir köye gider gibiyiz. Komşu başkente varana kadar da bir kente geldiğimiz izlenimine kapılmıyoruz.

Aslında yolculuk bitip Bratislava istasyonuna inince de kendimizi bir Avrupa başkentinde hissetmiyoruz. İstasyon Türkiye'nin taşra kasabalarındaki istasyonlar kadar köhne ve bakımsız, ancak kalabalık. İnsan profili ise Avusturya'dan çok farklı. Turist information'da görevli kadın sorularımıza zoraki yanıt veriyor. Ağzını açmaya üşenir bir havası var. Tren istasyonundan havaalanına nasıl gideceğimiz sorusunu isteksizce cevaplıyor. (Şimdilik havaalanına gitmiyoruz ama Bratislava'dan Avrupa'nın birçok yerine çok ucuza uçuran Ryanair'in varlığı nedeniyle önümüzdeki dönemde bu bilgiye ihtiyacımız olabileceğini düşünüyoruz.) Danışmadaki görevli şehir haritası içinse bizi istasyon çıkışındaki büfelere yönlendiriyor.

Büfedeki kadın bir haritaya 5 Euro istiyor. Aslında birçok şeyin burada Avusturya'dakinden ucuz olduğu iner inmez gözümüze çarpıyor ama bir harita için 5 Euro çok. Zaten Avusturya'daki tren istasyonundan ücretsiz aldığımız bir haritamız var ve onunla yetinmeye karar veriyoruz. Ancak bu haritada yerimizi bulmak bile epey bir zaman alıyor çünkü istasyonda tüm yazılar Slovakça ve kimse bize yardım etmeye gönüllü değil. Büfedeki kadın 5 durak ötedeki şehir merkezine hiç yürüyerek gitmediğini ve nasıl gidileceğini bilmediğini iddia ediyor :)

Bratislava ile ilgili ilk izlenimimiz pek olumlu değil. Eski püskü binaların arasından yolu tutup şehrin tarihi merkezine doğru yürümeye başlıyoruz. Tarihi merkeze doğru geldikçe kentin havası değişmeye, civardaki insan sayısı artmaya başlıyor. Anlaşılan bu güneşli ama soğuk pazar günü Bratislava'yı görmeyi tek isteyen biz değiliz.

Tarihi/turistik merkezin insanı içine çeken bir yapısı var. Daracık sokaklar, kucak dolusu çiçeğin dışarıya doğru sarktığı pencereler, sokaklarda karşımıza çıkan küçük küçük dükkanlar. Rehber kitaplarda kentin Ortaçağ Avrupası'nda oynadığı önemli rolden söz ediyor. Küçük, renkli ve sevimli dükkanlarla bezeli bir Ortaçağ kenti, tarihi merkezin havasını özetleyen en uygun cümle oluyor. Viyana'da sürekli devasa binaların fotoğrafını çeken ben, Bratislava'da çeşitli renklere boyanmış, oyuncaklarla süslenmiş dükkanların önünde fotoğraf çektirmeye doyamıyorum :) Butikler, hediyelik eşya dükkanları, müzik ve kitap mağazaları... Kızıl saçlı genç bir kızdan 2.5 Euro'ya baget ekmek arasına hazırlanmış sandviç aldığımız büfenin bile kendine has bir güzelliği var.

Bratislava'nın pazar gününe müzik damgasını vurmuş gibi. En azından bizim pazarımıza vuruyor. Sokaklarda dolaşırken içinden müzik sesi gelen bir kiliseye giriyoruz. Küçük bir klasik müzik topluluğu, hazırlanmakta olan fotoğraf sergisinin açılışı için prova yapıyor. Toplulukta müzisyenlerle birlikte çalan genç müzisyen adayları konsere ayrı bir neşe katıyor. Sesi duyup gelen bizden başka turistler de var. Günümüzü güzelleştiren müziği bir süre dinleyip turumuza devam ediyoruz.

Tarihi merkezden Tuna kıyısına iniyoruz. Burada Tuna, Viyana'nın tersine kentin merkezine çok yakın mesafede, kentle daha içiçe. Kıyısında durup nehri seyrediyoruz. Hava buz gibi ama güneş yüzümüzü ısıtıyor. Tuna'da gezinti gemileri yüzüyor. Bu gemiler nedense bana çocukken okuduğum Tom Sawyer hikayesindeki Mississippi nehrinde yüzen tekneleri anımsatıyor.

Tuna'nın öbür yakasındaki modern şehre geçecek ya da kaleye çıkacak zamanımız yok. Güneş batıyor, üşüyoruz ve hava kararmadan yakalamamız gereken bir trenimiz var. Eve dönüş vakti. Birkaç hafta öncesine kadar geliş hazırlıkları yaptığımız Viyana'nın bugün içimizde dönülecek bir ev hissi uyandırması çok ilginç bir duygu. Ama ne de olsa sıcak yataklarımız orada bizi bekliyor.

Dönüşte bir müzik sürprizi daha var. Bir adam, tek bir kasaya topladığı bir sürü müzik aletini tek başına çalarak gelen geçene konser veriyor. Öyle hoş ve değişik ki, biz de cüzdanımızdaki bozukluklarla adamın emeğine ufacık bir katkıda bulunuyoruz. Sabah gelirken bir çocuk parkında gördüğümüz, her karesine basışta ayrı bir notayı tınlayan müzik aleti şeklindeki çocuk oyuncağını da katarsak, Bratislava aklımızda bir müzik kenti olarak yer ediyor. İçinden Tuna'yla birlikte müzik geçen kent...

Kızıl Viyana




Geldiğimin ikinci haftasında, daha Viyana'nın Yıldızları'nı gezmemişken kendimi "Kızıl Viyana"da buluyorum. Benden daha önce gelmiş, burdaki çevresi ve bağlantıları daha çok olan arkadaşım bana 20. yüzyıl başındaki Viyana'yı anlatan bir sergiden söz ediyor. Viyana'nın merkezini tam olarak gezmeden Tuna Nehri yakınında geniş bir alana yayılmış sosyal konutlarda buluyoruz kendimizi.

Heiligenstadt tren istasyonundan caddeye çıkınca, duvarında kocaman harflerle Karl Marx Hof yazılı bir bina karşılıyor bizi. Duvarlardan birinde, üstünde isimlerin ve 12 Şubat tarihinin yazılı olduğu bir plaket görüyoruz. Çok oyalanmadan serginin düzenlendiği yeri aramaya başlıyoruz. Epey uzun sürüyor arayışımız. Ancak bu arayış sırasında Kızıl Viyana'nın sadece serginin adı olmadığını, içinde bulunduğumuz bölgeyi de simgelediğini anlıyoruz.

Bu bölge Viyana'nın merkezine hiç benzemiyor. Yol boyunca birbirini izleyen bloklar halinde apartmanlar yer alıyor. Aralarına yerleştirilmiş kocaman kapılardan içerideki yeşil alana giriliyor. En sonunda aradığımız sergiyi bulduğumuzda, sergi mekanının vaktiyle bu yapıların çamaşırhanesi olduğunu anlıyoruz.

Sergi Almanca olduğu için çok fazla birşey anlamamız mümkün değil. Ama Avusturya'nın sosyal demokrat tarihi hakkında bir fikir edinmemize yetiyor. 12 Şubat tarihinin de 1934'te faşistlere karşı yaşanan direnişin kaybedilme tarihi olduğunu öğreniyoruz. Gördüğümüz plaket bu sitede öldürülen insanları anma amacını taşıyor. Kızıl Viyana gözümde daha bir anlam kazanıyor.

Daha sonra internetten yaptığım araştırmada, kızıl Viyana ile ilgili şu bilgilere ulaşıyorum:
"Viyana, Birinci Dünya Savaşı sonrasında çok ciddi yoksullukla kavrulur, bu yoksulluk özellikle ikamet alanında kendisini hissettirir. Ev sıkıntısı vardır, evlerde doğru dürüst su yoktur, su olmayınca temizlik yapma olanağı da olmaz. 1920’li yılların sonlarına doğru şehir silkelenmeye ve yaşam düzeyini yükseltmeye çalışır.


Tuna nehri boyunca bir kilometre uzunluğunda 150 bin metrekarelik bir alana sosyal demokrat belediye tarafından büyük bir site inşa etmek istenir. Avusturya’nın en önemli mimarlarından Otto Wagner’in öğrencisi Karl Ehn bu iş için görevlendirilir. Karl Ehn hem inşaatçı, hem de mimardır. 1927 ile 1930 yılları arasında 1382 dairden oluşan ve 5500 kişinin ikamet edeceği siteyi inşa eder. 150 bin metrekarelik alana inşa edilen bu site bir askeri garnizon biçimindedir: Büyük bir kapıyla geniş bir yeşil alana girilir. Site içerisine yeşil alanın dışında çocuk yuvası, yüzme havuzu, hamamlar, dükkanlar, oyun alanları, çamaşırhaneler ve bir de kütüphane yerleştirilir.

Bu site, onca yoksulluk arasında sosyal demokratların rüştünü ispat ettiği bir site olarak kabul edilir ve siteye belediye tarafından Karl Marx Hof (Karl Marx Avlusu) adı verilir.

Sitede ikamet eden işçiler Austro Faşizmine karşı vermiş oldukları 1934 yılında Şubat direnişi ile Karl Marx Hof adını duyururlar. Austro Faşizmi Avusturya’da yönetimi ellerine geçirdikten sonra, bu yönetime karşı ciddi direnişi Karl Marx Hof sitesinde ikamet eden işçiler gösterirler ve Austro Faşistleri ile çatışırlar. Austro Faşistlerinin güvenlik güçlerinin siteyi abluka altına alması sonrası direnişçiler teslim olurlar ve direniş düşer. Site teslim alındıktan ve Austro Faşistleri kendi devletlerini ilan ettikten sonra, Karl Marx Hof’un ismi Heiligenstaedter Hof olarak değiştirilir. Karl Marx Hof sitesinin ismi 1945 yılına kadar Heiligenstaedter Hof'tur artık. 1945'te site tekrar eski adı Karl Marx Hof adına kavuşur. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Karl Marx Hof ciddi hasar görür. Sitenin bu hasarları 1950 yılında tamir edilir. Günümüzde binlerce insanın ikamet ettiği Karl Marx Hof 1980 yılında ciddi bir bakımdan geçirilir. Tuna nehri boyunca Viyana şehrine kuzeyden girenleri sol tarafta Karl Marx Hof selamlar." (Avusturya'dan... Kahverengileşen Kızıl Viyana, Kadim Ülker, Açık Gazete, 06.10.2008, http://www.acikgazete.com/yazarlar/kadim-ulker/2008/10/06/avusturya-39-dan-kahverengilesen-kizil-viyana.htm?aid=3095)

Viyana'nın Görülmeye Değer Yerleri




Geldikten birkaç gün sonra yağmur başladı. Yurda yerleştikten, Erasmus ofisi ile işlerimi hallettikten sonra artık şehri görmek istiyordum. Bir gün önceden hava durumu raporlarına bakıyor, ertesi gün günlük güneşlik bir hava olacağı umuduyla uyanıyor, ancak yağmurlu bir havaya gözlerimi açıyordum. Birkaç günüm böyle geçti. En sonunda güzel havaları beklerken kış geleceği korkusuyla ilk turumu atmaya karar verdim. Ve ilk şehir turumu soğuk bir havada, yağmur altında şemsiyesiz yürüyerek yaptım. Gördüğüm binaların güzelliğini düşününce, değdi diye düşünüyorum.

Tura üniversitenin önünden başladığım için, işlerimi halletmeye çalıştığım süre içinde zaten o bölgeyi görmüştüm. Ama bu sefer elimdeki Boyut Yayın Grubu'nun Viyana Pratik Kent Rehberi ve Dost Yayınları'nın On Adımda Viyana kitapçığından yararlanarak, çevreme daha çok dikkat ederek ve fotoğraf çekerek şehrin ana caddesini tekrar dolaştım.

Üniversite ve çevresi On Adımda Viyana kitapçığında şehrin "görülmeye değer yerler"i arasında sayılmış. Aslında belki ondan önce gidilmesi gereken "Viyana'nın Yıldızları" kısmı var ama bu hem üniversiteden başlaması açısından benim için kolaylık, hem de şehrin asıl kalbi olması açısından bir tercih.

Üniversite'nin ana binasından daha önce söz etmiştim. Bina, Dr. Karl Lueger Ring denen caddenin hemen başında yer alıyor. Bu cadde ise Ringstrasse'yi oluşturan parçalardan biri. Ringstrasse, şehri çevreleyen surların işlevsizleşmesi ve 19. yüzyılda yıkılmasıyla yapılan bulvar. Tarihi kenti çevreleyerek şehrin, hatta ülkenin önemli binalarına ev sahipliği yapıyor.

Üniversiteden Dr. Karl Lueger Ring boyunca yürümeye başladığımda Rathaus Park'ın önünden geçiyorum. Parkın arkasına geçtiğimde Rathaus denilen kent meclisi binası tüm azametiyle karşımda dikiliyor. Bina mimarisiyle insanı büyülüyor.

Rathaus'u geçince bu sefer ülkenin yönetim merkezi olan parlamento binası karşıma çıkıyor. Viyana Pratik Kent Rehberi'ne göre bu bina, Antik Yunan demokrasilerine bir gönderme olarak neo-attic tarzda tasarlanmış ve 19. yüzyılda yapılmış. Önünde çok sayıda heykel bulunuyor. Rehberden öğrendiğime göre içi de gezilebiliyor, hatta belli günlerde rehberli turlar düzenleniyor. Bu bilgiyi kafamın bir köşesine yazıyorum.

Yürüyüşüme devam etmek için Doğa Tarihi ve Sanat Tarihi müzelerinin yanından dönüp Burgring'e giriyorum ve Volkstheater'in önünden geçerek MuseumsQuartier'e gidiyorum. Burda beni bekleyen bir sürpriz var, Salvador Dali sergisi. Bir Dali hayranı olarak, şehri uçaktan gördüğüm günden beri ilk kez heyecanlanıyorum. Her ne kadar sergi İstanbul'dakinden pek farklı olmasa da, Dali'nin önemli eserlerini içermese ve daha çok Dali'yle bağlantılı sanatçıların yapıtlarını barındırsa da, sürrealizm beni her zaman heyecanlandırıyor. İlk Viyana turumu Dali sergisinde, sürrealizmin büyülü dünyasında kaybolarak sonlandırıyorum.

7 Ekim 2011 Cuma

Viyana Üniversitesi


















Üniversite

Viyana'ya Erasmus'la gelen bir yüksek lisans öğrencisinin yapacağı ilk şeylerden biri, üniversite ve kütüphane turu olmalı :) Üniversite yönetimi de aynı şeyi düşünmüş olmalı ki, okulun açıldığı ilk haftalarda değişik gün ve saatlerde okul içi turlar düzenliyor. Kente gittiğimiz ilk hafta bu turlardan birine katılıyoruz.


Viyana Üniversitesi dışarıdan bakıldığında çok güzel bir bina. İçine girildiğinde ise muhteşem. Özellikle tavan işlemeleri, insanın yürürken kafasını yere indirmesini zor kılacak türden. Bu işlemelerden çok küçük bir kısmı canlı renklerle boyanmış. Başlangıçta tümünün boyanması planlanmış ve bu görev ünlü Avusturyalı ressam Gustav Klimt'e verilmiş. Ancak Klimt'in yaptığı Tıp, Felsefe ve Hukuk adlarını taşıyan üç resim Viyana'nın muhafazakar çevrelerinde olay yarattığı için tavana asılmamış. Şehir dışında bir depoda çürümeye terk edilen bu resimler 2. Dünya Savaşı'nda Nazilerin bombardımanından nasibini alarak yok olmuş. 


Girişte soldaki duvarlara yerleştirilmiş levhalarda, üniversitenin kurulduğu günden bu yana sahip olduğu tüm rektörlerin isimleri yazılı. Yüzlerce isim var. 1365 yılından bu yana kaç rektör değiştiğini tahmin etmek zor. Hemen yanda ise Nobel ödülü almış üniversite mensuplarının resimleri yer alıyor. 9 fotoğrafın yanındaki boş alan, bu ödülü alacak 10. sahibini bekliyor. Okulun iç avlusu ise üniversitenin yetiştirdiği ünlü bilim adamlarının büstleriyle dolu. Ayrıca okulun içinde kurucusu Herzog Rudolf 4 ve İmparatoriçe Maria Theresa'nın heykelleri var. Bu okul sanat eserleriyle birlikte yaşıyor.


Kütüphane

Viyana Üniversitesi'nin ana binada bulunan merkez kütüphanesi, geleneksel ve modernin ilginç bir bileşiminden oluşuyor. İngiliz kütüphaneleri örnek alınarak yapılan eski okuma salonunu yeni nesil öğrenciler Harry Potter'in kütüphanesine benzetiyorlarmış. Bu okuma salonunun hemen dışı 2. Dünya Savaşı'nda bombalanmış ve yeniden yapılmış. Böylelikle ortaya geleneksel ve modernin güzel bir uyumu çıkmış. Kütüphanenin Almanca konuşulan ülkelerin en eski kütüphanesi olduğu söyleniyor. İçinde barındırdığı 6,5 milyon kitapla, Avusturya'nın en büyük kütüphanelerinden biri olma özelliğini taşıyor.


Okulun Ruhu

Tüm tarihi okullar gibi, benim okulum gibi, geçmişin ruhu ve hikayeleri bu okulu ayakta tutuyor. Aynı zamanda geçmişin acılarını ağır bir yük gibi sırtında taşıyor. Kadın rehberimiz, okula kadınların sadece misafir öğrenci olarak alındığı günleri, öğrencilerin ve hocaların etnik kökenleri yüzünden okuldan uzaklaştırıldığı, toplama kamplarına gönderildiği 2. Dünya Savaşı yıllarını neredeyse gözleri dolarak, sesi titreyerek anlatıyor. Okulun koridorlarında bir öğrencinin Yahudi hocasını vurarak öldürdüğü yer plaketle belirlenmiş ve gelip geçenlere o günleri hatırlatıyor.


Viyana Üniversitesi bir yandan unutmayarak ve unutturmayarak acılarla dolu tarihiyle yüzleşiyor; öte yandan gencecik, neşe dolu öğrencileriyle yaşamın devam ettiğini hatırlatıyor. Tarihi bir şehirde yaşamanın, tarihi bir üniversitede okumanın bedeli, yaşının bazen benim okulumda olduğu gibi 5 katı, bazen de burada olduğu gibi 20 katı uzunluğunda bir tarihle birlikte yaşamak oluyor. Bir süre sonra ait olduğun kurumun tarihi senin kişisel tarihin haline geliyor. Burada geçireceğim kısa sürede Viyana Üniversitesi ile bu tür bir bağ kuracak mıyım, henüz bilmiyorum.

Viyana'da İlk Günler





İlk izlenim...

İstanbul'dan iki saat süren uçak yolculuğunun sonunda, güneşli bir ekim öğleden sonrasında uçağım Viyana'ya indi. Sekiz ay süren Erasmus hazırlık süresi boyunca, yolculuk öncesinde ve hatta İstanbul'dan ayrılırken duymadığım heyecanı ilk kez Viyana'ya inişe geçtiğimizde duydum. Uçağın penceresinden gördüğüm manzaranın bana ilk hissettirdiği duygu önümde farklı bir dünyanın kapılarının açıldığı oldu. Bitmez tükenmez, kilometrelerce süren düzlükler... Bu düzlüklere neredeyse eşit mesafelerde kurulmuş küçük yerleşim yerleri... Her yerleşim yerinde sanki cetvelle çizilmiş gibi düzenli tarım alanları... Ve kilometrelerce kare alana yayılmış yüzlerce rüzgar santrali... Belki de bu ülkeyi her zaman, uçaktan gördüğüm ilk kuşbakışı görünümüyle hatırlayacağım.


İlk sabah...

Viyana'da ilk günümde, aydınlık bir sabaha uyandım. Yaz aylarında bile yağmurlu olduğu söylenen bu kent beni masmavi bir gökyüzüyle karşıladı. Yurt odamın penceresi, rengarenk apartmanlar arasındaki yemyeşil bir bahçeye bakıyor. İnsanın yaşamı boyunca sabah uyandığında görmek isteyeceği bir manzara. Özellikle denize bu kadar uzak bir kentte yaşıyorsa...