14 Mayıs 2012 Pazartesi

Bratislava'ya Gidiş




Geziyi planlama aşamasında kardeşimden, Hostelworld’den yer ayarlarken kalacağımız yerleri tren istasyonlarına yakın seçmesini istemiştim. Ne kadar doğru bir istek olduğu gezi süresince tekrar tekrar ortaya çıktı. Yorgun argın vardığımız yerlerde istasyondan ayrılıp hemen kalacağımız yere ulaşmak, ayrılırken de uzun uzadıya zaman ayarlaması yapmaya gerek duymadan çantalarımızı alıp çıkmak işimizi çok kolaylaştırdı.

İlk durağımız olan Bratislava’da tren istasyonuna yakın seçim Hostel Possonium olmuştu. Hakkında güzel yorumlar okuduğum Hostel Blues hep aklımın bir köşesinde kaldı ama sonradan yerini bulup istasyona değil Tuna’ya yakın olduğunu öğrendiğimde içim rahatladı. Çünkü Bratislava’ya geldiğimizde sırtımızda çantalarla saatlerce Viyana’yı gezmekten o kadar yorgunduk ki, henüz istasyona iner inmez gözümüze çarpan Possonium tabelalarını izleyerek kısa sürede hostele varmak çok iyi geldi. Elimizdeki tarif de işimizi çok kolaylaştırdı: İstasyondan çıkınca aşağı doğru git, ışıkların olduğu ilk dört yolda karşıya geç, sola doğru 50 metre yürü ve Sancova Caddesi 20 numara’da elinle koymuş gibi Possonium’u bul. Hostelin genç ve güleryüzlü elemanları çok kısa sürede Bratislava’ya ilk gelişimde oluşan önyargılarımı kırmayı başardılar. Bi çırpıda elimize bi harita tutuşturup hem Bratislava’yla, hem hostelle ilgili gerekli bilgileri verdiler. Verdikleri bilgilere ucuz yemek yiyebileceğimiz yerlerden alışveriş mekânlarına kadar pek çok şey dâhildi. Her ne kadar Bratislava’da geçen korku filmi “Hostel” hep aklımızın bi kenarında dursa da, hayatımızın ilk hostel macerasını bu kentte sorunsuzca atlattık.

O gece yorgunluğumuza rağmen dışarı çıkıp şehirde bir gece turu attık. Çok uzun sürmedi, çünkü hava aşırı soğuktu. Tarihi kentte şöyle bi dolaşıp bir şeyler atıştırdıktan sonra dönüp dinlenmeyi tercih ettik. Hostelin odaları çeşitli ülkelerin adlarını taşıyordu ve her odanın duvarlarını adını taşıdığı ülkeyi anlatan resimler kaplıyordu. Bizim odamız Macaristan odasıydı. Hafif loş odada atlı Macar akıncılarının duvara çizilmiş resimlerine bakarak uyuduk. Bi de Slovak televizyonunda Gümüş’ü seyrederek. J

Ertesi sabah erkenden kalkıp kahvaltıya yetiştik. Kahvaltı salonu yoktu, lobide kahve, gevrek, elmadan oluşan basit kahvaltımızı atıştırdık, ardından çıkıp bana pijama olarak kullanabileceğim bir eşofman aramak üzere Bratislava’nın çarşısını talan ettik. Bir alışveriş merkezinde zorlukla 15 Euro’ya bulduğumuz ucuz(!) ve şekilsiz eşofmanı apar topar alıp hostele döndük ve havaalanına gidecek 61 numaralı otobüsümüze binmek için tekrar Slovakların Hlavna Stanica dedikleri tren istasyonuna gittik.

Havaalanına ne kadar sürede gideceğimizi sorduğumuz herkes başka bir şey söylemişti, o yüzden erken çıkmamıza karşın ben biraz panik halindeydim. Aslında gereksiz bir panikti. Komşu başkente 1 saatte ulaşılabilen bir kentte havaalanına ulaşmak için en çok ne kadar yol gidilebilirdi ki? Sanırım yolculuk yarım saatten fazla sürmemiştir. Bratislava Havaalanı gerçekten küçük ve sessizdi. Ryanair’in havaalanı check-in’i ücretli olduğu için check-in’imizi önceden internetten yapmıştık. Belgelerimizi gösterdik, sırt çantalarımızı tarttırdık ve kapıya gittik. Yer numarasız uçağımıza dolmuş usulü bindik, ya düşerse korkusu olmadan en ön cam kenarına oturduk ve gökyüzünü izleyerek muhteşem bir uçak yolculuğu yaptık. 

Yolculuk benim için gerçekten muhteşemdi. Kısa sürede yükselen uçak bir bulut denizinin üstüne çıktı. Tüm yeryüzünü kaplayan bulutlar altımızda kar yığınları gibi uzanıyordu. Bazı yerlerde ise deniz üzerindeki köpüklü dalgalar gibi görünüyorlardı. Arada bulutların arasından gökyüzüne uzanan dağ zirveleri seçiliyordu. Benim gibi yolda yürürken bile her fırsatta başını kaldırıp gökyüzünü ve bulutları izleyen bir insan için oturduğu yerden aşağıya bakarak bu bulut denizini izlemek muhteşem bir deneyimdi. Kendimi çocukluğumda izlediğim Rita Hayworth’un “Tanrıçalar Dansı” (Down to Earth) filminde hissettim.

10 Kasım günü 12.10’da Bratislava’dan ayrılan uçağımız, saat 13.55’te Roma Ciampino Havaalanı’na indi. Uçaktan ilk inen yolcu olmak nedense bana anlamsız bi mutluluk verdi. Host’un bana yolu göstererek Avrupa Birliği vatandaşları için ayrılan kapıya götürmesi ve İtalya’ya pasaport vize göstermeden elini kolunu sallaya sallaya girmenin mutluluğu ise benim için o kadar anlamsız değildi. Almak için anamdan emdiğim sütün burnumdan geldiği Shengen vizesi sonunda bir işe daha yaramıştı.

Hemen turist danışmaya giderek merkeze nasıl gideceğimizi öğrendik, biletlerimizi aldık ve neredeyse tamamen dolmuş olan servis otobüsünün en arka koltuğuna yerleştik. Ciampino havaalanı ucuz havayolu şirketlerinin indiği daha küçük havaalanı olmasına karşın şehre ulaşım süresi ve ücreti asıl havaalanına göre daha ucuzdu. Havaalanı servisinin bizi Roma’nın “Termini” denilen tren istasyonuna bırakmasıyla İtalya yolculuğumuz başlamış oldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder