Floransa’yı en çok, geçen yıl okuduğum bir kitapta adı geçen Stendhal Sendromu’ndan dolayı merak ediyorum. İnsanların sanat eserlerinin muhteşemliği karşısında kendilerini kaybettikleri kent. Her adımında tarih ve sanat kokan bir Rönesans abidesi.
Floransa SMN istasyonuna vardığımızda vakit öğlen civarı. Via
Faenza 94r adresindeki hostel yine tren istasyonuna yakın ama bu sefer bulmakta biraz zorluk çekiyoruz. Çünkü Floransa’da kapı numaraları evler ve işyerleri olarak
ayrılmış, hiçbiri birbirini tutmuyor. Sokağında yırtık bir İtalyan bayrağı
asılı hostelimizi sonunda buluyoruz ve sonraki günlerde sokağı bulmak için hep
bu yırtık bayrağın izini sürüyoruz. J
Buradaki hostelimiz Archi Rossi. Tren istasyonuna yakın
olmasının yanı sıra, belki de gezi boyunca kaldığımız en tatmin edici mekân.
Kaldığımız her yerin bazı artıları, bazı eksileri var. İçlerinden en çok artısı
olan yer burası. Çünkü iki gün üst üste rehberli şehir turunun yanı sıra,
kaldığımız ay itibariyle ücretsiz akşam yemeği de sunuyor. Hem kahvaltı, hem
akşam yemeği için çok sayıda seçenek var. Ücretsiz sundukları pizzalar,
Türkiye’de yediğimiz en iyi pizzalardan daha iyi. Şimdiye kadar kaldığımız
yerlerin en büyüğü, dolayısıyla en kalabalığı. Dünyanın her tarafından
İtalya’yı gezmek için gelmiş çok sayıda genç var. İsrailliler, Avustralyalılar,
Uzak Doğulular. Hostelin duvarları misafirlerin yazdığı yazılarla kaplı.
Bahçesi ve iç mekânları heykellerle, resimlerle.
Hostele gittiğimizde gezi planımız netleşiyor. Ertesi gün ülkenin
en ünlü sanat galerisi Uffizi kapalı ve ertesi sabah hostelin düzenlediği rehberli
şehir turu var. Bu durumda ilk günümüzü bu ünlü müzede değerlendirmeye karar veriyoruz.
Önünde uzayan kuyruklarla meşhur, gezmek için bir gün önceden rezervasyon yaptırmak
gerektiği söylenen Uffizi’ye mevsim itibariyle hiç sıra beklemeden, elimizi kolumuzu
sallaya sallaya giriyoruz. Bu galeriyi gezmeye başlarken ne görmek istediğimizi
bilmemiz gerektiğini söylüyorlar, gerçekten öyle. Eğer ne aradığınızı bilmezseniz resim kalabalığı içinde kayboluyorsunuz. Ya da bizim gibi Osmanlı
sultanlarının koridorlara asılmış çirkin resimlerine takılıp kalıyorsunuz. Bir
iddiaya göre sultanlar aslında o kadar çirkin değilmiş ama Batılı ressamlar
gıcıklıklarından bu kadar çirkin resmetmişler. Bilemiyorum, Osmanlı’da resim
diye bir şeyin olmadığı dönemden bahsediyoruz, her şey mümkün. Aynı dönemde
Batı’da eline her fırçayı alan bir şey çizmiş olsa gerek ki, bugün geriye
kalanlar bile müzeler doldurmaya yetiyor.
Resimlerin çoğu dini içerikli, bir süre sonra insanı boğmaya başlıyor. Ünlü ressamların tabloları aralarda tek tük duruyor, başta dediğim gibi ne aradığınızı bilmezseniz o kalabalıkta dikkat etmeden geçip gidiyorsunuz, ya da yanlışlıkla atladığınız bi salon size Leonardo’yu kaçırtıyor. J İlk turumuz bittikten sonra ikinci kez dolaşmamıza ve arada kaçırdıklarımızı aramamıza karşın, belki de müzenin simgesi olan Boticelli’nin Venüs’ün Doğuşu benim açımdan böyle bir akıbete uğruyor. En çok ilgimi çeken resim, çocukken Hayat Ansiklopedisi’nde dedemin bana gösterdiği Âdem ve Havva resmi oluyor. Her ne kadar bu resmin asıl resimden başka bir ressamın yaptığı kopya olduğunu öğrensem de çocukluk hatıralarımı gün yüzüne çıkarıp beni etkiliyor.
Resimlerin çoğu dini içerikli, bir süre sonra insanı boğmaya başlıyor. Ünlü ressamların tabloları aralarda tek tük duruyor, başta dediğim gibi ne aradığınızı bilmezseniz o kalabalıkta dikkat etmeden geçip gidiyorsunuz, ya da yanlışlıkla atladığınız bi salon size Leonardo’yu kaçırtıyor. J İlk turumuz bittikten sonra ikinci kez dolaşmamıza ve arada kaçırdıklarımızı aramamıza karşın, belki de müzenin simgesi olan Boticelli’nin Venüs’ün Doğuşu benim açımdan böyle bir akıbete uğruyor. En çok ilgimi çeken resim, çocukken Hayat Ansiklopedisi’nde dedemin bana gösterdiği Âdem ve Havva resmi oluyor. Her ne kadar bu resmin asıl resimden başka bir ressamın yaptığı kopya olduğunu öğrensem de çocukluk hatıralarımı gün yüzüne çıkarıp beni etkiliyor.
Müzenin içinde Michelangelo, Leonardo da Vinci, Boticelli,
Rafaello, Caravaggio, Rubens, Rembrandt resimleri. Dışında Machiavelli, Boccaccio,
Gallilei, Americo Vespucci heykelleri. Avlusunda resim yapıp satan kaldırım
sanatçıları-sokak ressamları. Yanında son derece güzel köprüleriyle Arno nehri.
Burası galiba biraz rüya gibi bir yer. J
Uffizi'de akşamı yapıyoruz. İçindeki gezimiz bittikten sonra
ilk Floransa akşamımızı müzenin terasında dinlenerek karşılıyoruz. Ertesi sabah
erkenden kalkıp güzel rehberimiz Constantza eşliğinde şehir turuna çıkıyoruz. Siena’dan
sonra burada da hava soğuk, özellikle sabahın erken saatlerinde. Constantza bize
kentin tarihi, Rönesans’taki yeri, tarihine damgasını vurmuş Medici ailesi,
sanatına damgasını vurmuş ressam ve heykeltıraşları ile ilgili çok sayıda bilgi
veriyor. Tek başımıza gezsek asla bilemeyeceğimiz ayrıntıları anlatıyor. Hangi
kilisenin yapımı neden yarım kalmış, ünlü Santa Maria del Fiore katedralinin (Duomo)
tepesindeki İsa ve havari heykellerinin arasında neden hain Yahuda da yer almış,
1966’daki selde sular nerelere kadar çıkmış ondan öğreniyoruz. Bize barok ve
gotik eserler arasındaki farkı, Medici ailesine ait binanın duvarlarındaki
Viyana resimlerinin sırrını anlatıyor. Elinde Medusa’nın başını tutan Perseus heykelinde
Perseus’un kafasının arkasına heykeltıraşın kendi yüzünü işlediğine, katedral
kapısındaki Nuh’un gemisini tasvir eden kabartmalara onun sayesinde dikkat
ediyoruz. “Sabinli Kadınların Kaçırılışı”nın hikâyesini öğreniyoruz. Bu arada
yaz aylarında gelmiş olsak kalabalıktan yanlarına bile yaklaşamayacağımızı
söylediği yapıları yakından inceleme ve fotoğraflama şansımız oluyor.
İki ayrı heykeltıraşın Davud heykelleri iki ayrı müzede
sergileniyor. Biz ikisine de gitmeyip açık havadaki kopyayla yetiniyoruz. Her
ne kadar asılları müzelerde kapalı olsa da her yer heykel, her yer sanat eseri, Roma’da olduğu gibi şehrin havasını şöyle bir solumak yetmiyor. Floransa
Roma’ya benzemiyor. Roma daha geniş, daha havadar bir imaj sunarken Floransa
daha küçük, daha sıkışık geliyor bize. Yine her yere yürüyerek gidiyoruz ama
dönüşlerde hostelimizi bulmakta biraz zorlanıyoruz. Çünkü tüm sokaklar, binalar
birbirine benziyor. Neyse ki yırtık İtalyan bayrağı var. J
Ertesi günkü turda ise Arno nehrinin öteki tarafına
geçiyoruz. Ponte Vecchio köprüsünün hikâyesini de rehberimiz Constantza’dan
dinliyoruz. Anlattığına göre tarihi 14. yüzyıla uzanan köprü üzerindeki
dükkânlar başlangıçta tabakhanelerden oluşurken, daha sonra köprü kuyumcuların mekânı
olmuş. Çünkü Medici’ler nehrin iki ayrı tarafındaki saraylarını birbirine
bağlamak için köprü üzerinde bir geçit yapmışlar. Sonra da köprüdeki kokulardan
rahatsız olup tabakhaneleri kaldırmışlar. Burda dinlediğimiz hikâyelerin de çoğu
Medicilerle ilgili. Medici ailesine ait Pitti Sarayı’nı dışarıdan görüyoruz.
İtalyan birliği ilk kurulduğunda ve Floransa ilk başkent olduğunda buranın
devlet başkanının konutu olarak kullanıldığını ve Roma’da tanıdığımız meşhur
Vittorio Emmanuel’in burada ikamet ettiğini öğreniyoruz. Yol üstünde bir evin
cephesinde Dostoyevski’nin adına rastlıyorum. Rehberimizden onun da bir
vakitler yolunun buraya düştüğünü öğreniyorum.
Tur sona erdiğinde Constantza bize Piazza Michelangelo’ya
çıkmamızı öneriyor. Ayrılmak için fazla zamanımız olmamasına rağmen önerisini
dinlemeye karar veriyoruz. Ne de olsa rehber olan o. Yemyeşil ağaçlarla kaplı
merdivenli bir yoldan kan ter içinde tepeye çıkıyoruz. Yorucu bir yürüyüş
olmasına rağmen çıktığımıza değiyor. Tepe Floransa’yı kuşbakışı görüyor. Floransa’da
evlenen çiftler nikâhtan önce burayı ziyaret ediyor. Çekik gözlü güzel bir
gelin fotoğrafını çekmek istediğimi görünce hemen bana poz veriyor. Ne de olsa
bunun için hazırlanmış. J
Dönüşte tepeden tren istasyonuna doğrudan otobüs var. Ama ilk geldiğimiz gün
fotoğraf çekmenin yasak olduğu Uffizi’de düşürdüğümü sandığım fotoğraf makinesi
kılıfını sormak için tekrar müzeye uğramalıyız. İçimden bir ses bulsalar da
vermeyeceklerini söylüyor. Bana pek gerçekleri söylemeyi başaramayan iç sesim
bu sefer haklı çıkıyor. Belki gerçekten bulamamışlardır diye kendimi avutuyorum. L
Floransa’ya İtalyanlar Firenze diyorlar. Constantza’dan
Floransa’nın asıl güçlü günlerini Rönesans öncesi dönemde yaşadığını,
Rönesans’ın başlamasına yaptığı katkılardan sonra eski gücünü kaybettiğini
öğreniyoruz. Bu da 15. yüzyıl sonlarında Medici ailesinin gücünü kaybettiği
döneme denk geliyor. Nedense duyduklarım bana hiç inandırıcı gelmiyor, Floransa
ve Rönesans arasında doğrudan bağlantı kurmaya alışkın geçmiş bilgilerimizle uyuşmuyor.
Ama tabii ki söyledikleri, Floransa’nın Rönesans’ı hazırlayan şehirlerin en
başta gelenlerinden olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Tarihte sanat merkezi
olarak yer etmiş Floransa, bugün aynı zamanda bir alışveriş merkezi olma
özelliği taşıyor. Dar sokaklarını süsleyen lüks mağazalar da şehrin her yanını
süsleyen sanat eserleri gibi insanın gözünü kamaştırıyor. Constantza özellikle
kadınları lüks dükkânların sıralandığı sokaklardan geçerken sağlarına sollarına
bakmadan yollarına devam etmeleri konusunda uyarıyor. J
Rehberimizden ayrıca Ortaçağ boyunca Siena, Floransa ve
Pisa’nın birbiriyle rekabet içindeki kent devletleri olduğunu öğreniyoruz.
Hepsi diğerleri içinde en güçlü olmak, yarışı en önde bitirmek istiyor.
Sonundaysa mücadeleyi kazanan Floransa olmuş gibi görünüyor. Bu başarısını neye
borçlu olduğunu bilmiyorum, ama yine Constantza’nın verdiği, şehrin çöplerini
Arno nehrine döküp Pisa’ya gönderdikleri bilgisi en azından bu konuda bir fikir
veriyor J
Floransa’dan da Vatikan gibi belki bir gün tekrar gelirim,
Michelangelo’nun Davud heykelinin bulunduğu Galleria dell’Accademia’yı gezebilirim,
Machiavelli’nin ve birçok ünlü Floransalının yattığı Santa Croce Basilicası’nı
ziyaret edebilirim dileğiyle ayrılıyorum. Fotoğraf makinemin kılıfıyla birlikte
kalbimin de bir kısmı bu büyüleyici kentte kalıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder