İtalya yolculuğumuz boyunca ilk defa kullandığımız hızlı trenle Milano-Venedik yolculuğu 2-3 saat civarı sürdü. Venedik Santa Lucia istasyonuna trenle yaklaşırken, hiç Venedik’e yaklaşıyormuşuz gibi gelmedi. Yani ortada ne su vardı ne deniz. J Aslında Venedik’te ayrıldıktan sonra da uzun süre, kentin nasıl bir konuma sahip olduğunu kafamda oturtamadım. Ta ki yaptığım araştırmalardan Venedik’in bir ada şehir olduğunu, 118 adacık üzerine kurulduğunu ve bu adacıkların 170 kanalla birbirinden ayrıldığını öğrenene kadar.
Santa Lucia istasyonda trenden inince danışmaya gidip
merkeze nasıl gideceğimizi öğrendik. Gece orada kalmayacağımız için
eşyalarımızı bırakabileceğimiz bir yer yoktu, o yüzden emanete bıraktık. Kent merkezine ulaşım için bir
seçeneğimiz Venedik kart alıp toplu taşımadan (yani kanallarda gidip gelen
vaporetto’lardan) gün boyunca ücretsiz yararlanmaktı. Ama biz yine yürümeyi
tercih ettik.
Yürüyüşe başladıktan bir süre sonra kanallar, köprüler, suya
gömülmüş gibi duran binalarla karşılaşmaya başladık. Küçük köprülerden, daracık
ara sokaklardan, labirent gibi geçitlerden geçtik. Eğer gitmek istediğimiz yönü
gösteren işaretler olmasa kesin kaybolurduk. Bazen de insan kalabalığı bize yol
gösterici oldu, kalabalık ne tarafa gidiyorsa o tarafa gittik. Sonunda San
Marco Bazilicası’nın olduğu meydana geldik. Kiliseyi gezdik, ama artık o kadar
çok kilise, katedral görmüştük ki bizim için pek anlamı olmadı. Uzun bir
yürüyüşün sonunda Venedik’in bilindik sahil kasabalarına benzeyen sahilindeydik.
Venedik sokaklarında dolaşmaya başlar başlamaz en çok
dikkatimi çeken şey inanılmaz güzellikte dükkânlar oldu. Merkeze doğru
yaklaştıkça dükkân sayısıyla birlikte alışveriş canlılığı da arttı. Sahilde de
bu canlılık devam etti. Bu dükkânlardaki her çeşit hediyelik eşyanın içinde
özellikle Murano camlarından yapılmış objeler, ebruli kâğıtlar ve en çok da
renk renk, çeşit çeşit, boy boy maskeler beni benden aldı. İlk maskemi gezimizin
ilk gününde Roma’da Colosseo’nun önündeki satıcılar neredeyse zorla satmıştı.
Hiç almaya niyetim olmadığı için uzun pazarlıklar sonucu elime tutuşturulan
maskeyi Roma’dan Venedik’e kadar kırmadan taşımak için bin bir cambazlık
yapmıştım. Ve onca zahmetin sonunda İtalya gezisinin son günü maske
cennetindeydim. Başladığım yere mi dönmüştüm ne! J
O kadar çok dükkana girdim çıktım, maske ve camların içinde
o kadar kayboldum ki, kardeşim sonunda beni “Adamlar suyun içine şehir kurmuş,
senin ilgini en çok dükkanlar mı çekti” diyerek uyarmak zorunda kaldı. Adamlar
suyun içine şehir kurmuş ve her yıl gelen 10 milyondan fazla turiste bunu
pazarlıyordu. Ama aslında Venedik’in kuruluş hikayesi biraz daha acıklıydı.
Şehir, 15. yüzyılda Lombardlar ve diğer Alman kabilelerinin
kuzey İtalya’yı istilasından kaçan İtalyanlar tarafından, istilacıların gelmek
istemeyeceği bataklık üzerine kurulmuştu. (Ancak yine de tarih boyunca
istiladan kurtulamamış, 18. yüzyıldaki Napolyon istilasının ardından yönetimi
Avusturya’ya geçmiş, 1866’da İtalya’ya bağlanana kadar Avusturya’nın bir
parçası olarak kalmıştı.) Herhalde damarlarında buram buram sanat ateşi yanan
İtalyan halkı dayanamamış ve suların üstüne kurdukları ve 400 köprü ile
birbirine bağladıkları bu şehri de diğer İtalyan şehirleri gibi paha biçilmez
sanat eserleriyle donatmıştı. Ve Venedik, üstündeki hazineyle birlikte batmaya
başlamıştı. 1987’de UNESCO tarafından Dünya Doğal ve Kültürel Mirası ilan edilmesi de onu kurtarmaya yetmeyecek gibi görünüyordu.
Gelmeden önce Venedik’in çok pahalı olduğunu duymuştuk ama
sezon dışı olması sebebiyle bize ucuz bile geldi. Roma’ya göre ucuz, Viyana’ya
göre bedava! 65 bin kişilik nüfusa karşılık şehri her yıl ziyaret eden 10-15
milyon turist düşünüldüğünde ekonomisinin büyük ölçüde turizme bağlı olduğunu
anlamak kolaydı. Zaten rehber kitapçığımızdan öğrendiğimize göre turizmle ya da
turistlere yönelik üretilen el sanatlarıyla uğraşmayanlar başka yerlerde iş
aramak için şehirden göç ediyordu. Gidenlerin yerini turizm sektöründe çalışmak için başka ülkelerden gelen gençler almıştı. Oturduğumuz lokantada bize servis yapan Kosovalı genç garson bunlardan biriydi. Onunla konuşmanın bana, kendisinin hatırlayamayacak yaşta olduğu Kosova'daki savaşı hatırlattığını ve içimi sızlattığını söylemeliyim. Her ne kadar savaşı hatırlamasa da, ülkesinde 40 yaş civarı erkeklerin sayısının ne kadar az olduğunu bize anlatan da bu ufak tefek, sarışın, zayıf ama iletişimi son derece başarılı genç çocuk oldu.
Hava karardığında merkezdeki büyük kanaldan bir vaporetto’ya binerek tren
istasyonuna döndük. Ve Venedik-Viyana gece trenini beklemeye başladık. Perona
gittiğimizde Avusturya Demiryolları görevlileri bizi öyle içten ve sıcak
karşıladılar ki kendimi şimdiden evimde hissettim. Zaten peronda Viyana yazısını
görünce gözlerimin parladığını gören kardeşim Viyana’yı ne kadar sevdiğime dair
ilk yorumunu yapmıştı bile. Evet, İtalya harikaydı ama geçici evim
Viyana’daydı. Ve sorsalar, şansın olsa yaşamak için İtalya’yı mı seçersin,
yoksa Viyana’yı mı diye, kesinlikle Viyana derdim.
Bize kuşetli vagonda kişi başı 29 Euro’ya mal olan ve 21.05’te
başlayan tren yolculuğu zor geçti. Diğer vagonlarda insanlar yayılıp yatmıştı
ama biz biraz geç bindiğimiz için bizden önce gelen ve tahminimce numarasız
bileti olan yaşlı bir adam koltuklardan birine yerleşmişti. Bu nedenle biz yayılamadan,
sadece kendi koltuklarımızda uyumak zorunda kaldık. Zor bir yolculuğun ardından
sabah 8.20’de Viyana’ya vardık. Hütteldorf istasyonunda aktarma yaptığımız trenin
son varış noktası Meidling’ti. Meidling’ten Liesing’e geldik, yurtta biraz
dinlenip bir şeyler atıştırdık. Sonra kardeşimin yurtta bıraktığı çantaları
alıp havaalanına gittik. Kardeşim yine Pegasus uçağıyla Türkiye’ye, ben
Liesing’teki geçici evime... Yorucu olduğu kadar harika geçen İtalya gezimiz sona ermişti...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder