25 Mart 2012 Pazar

Liechtenstein Sarayı - Freud Müzesi




Viyana'nın kuzeyinde, Fürstengasse üzerinde bulunan Liechtenstein Sarayı, 17. yüzyılda Liechtenstein ailesinin yazlık malikanesi olarak inşa edilmiş. Daha sonra yenilenerek, ailenin özel koleksiyonunun sergilendiği müze olarak açılmış. Müzede Raffaello, Brueghel, Rubens, Van Dyck ve Rembrandt gibi sanatçıların eserleri bulunuyor, ayrıca geçici sergiler de düzenleniyor. Bahçeleri ise halkın yararlanabileceği yeşil alan olarak kullanılıyor.

Benim bu bölgeye yolum çok soğuk ve rüzgarlı bir aralık gününde düşüyor. Pazartesi günü olduğu için müze kapalı. Zaten girmeye de pek hevesli değilim, sadece sonradan baba oğul Bruegheller'in resimleri olduğunu öğrenince görmediğime biraz hayıflanıyorum. Yine de müze ziyareti için tekrar dönmüyorum.

Sarayın bahçeleri oldukça güzel. Soğuk havaya rağmen dolaşmaktan kendimi alamıyorum. Ağaçlar yapraklarını dökmüş, rüzgar yerdeki yaprakları havalandırıyor, savura savura başka bir yere atıyor. Bahçede yürüyen tek tük insan var, her yerde sessizlik hakim. Bahar geldiğinde bahçenin nasıl bir güzelliğe bürüneceğini, kuşların nasıl cıvıl cıvıl öteceğini, çocuğunu, köpeğini, kitabını alan Viyanalıların buraya nasıl akın edeceğini hayal edebiliyorum.

Bahçenin yanındaki Liechtensteinstrasse takip edilip Berggasse'ye sapıldığında, Viyana'nın en ünlü simalarından birinin yaşadığı yere ulaşılıyor. Bir bestecinin, müzisyenin, sanatçının değil; psikanalizmin kurucusu Sigmund Freud'un evine. Freud'un 1891'den, Nazilerden kaçmak için Londra'ya gittiği 1938'e kadar yaşadığı ev bugün müze olarak ziyaretçilerini ağırlıyor. Kızı Anna'nın çabalarıyla müzeye dönüştürülen bu evde Freud'un muayenehanesi ve bürosunun yanı sıra mobilyaları, kişisel eşyaları ve sahip olduğu sanat eserleri bulunuyor. Müzede Freud'un yaşamını yakından tanımak isteyenler için bol miktarda fotoğraf da sergileniyor.

Müzeyi oldukça geç bir saatte ziyaret ediyoruz. Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu olan Freud'un evi, fakülte koordinatörümüzün ofisinin bulunduğu bina ile aynı sokakta yer alıyor. Ev ve eşyalar ilginç geliyor, fotoğrafları ise tek tek inceleyecek zaman yok. Zaten eğitim yaşamımın çeşitli dönemlerinde Freud'la sıkça karşılaşmış olsam da nedense yaşadığı yer genel olarak pek ilgimi çekmiyor. Viyana'ya geldiğimden beri hissettiğim duyguyu burada da hissediyorum. Freud'u anlamak için onun dolaştığı sokaklarda dolaşmak, o dönem Viyana'sında olup bitenler hakkında daha çok okumak ve bilgi edinmek evini gezmekten daha iyi bir yol olabilir diye düşünüyorum. Freud'u yaratan 19. yüzyıl sonu, ancak yaşatamayan 20. yüzyıl başı Viyana'sını daha çok merak ediyorum...

24 Mart 2012 Cumartesi

Gasometer







Gasometer Viyana'nın en kıyıda köşede kalmış, en az turistik, en gidilmeyen, ancak en ilginç mimariye sahip bölgelerinden biri. Buradaki yuvarlak biçimli yapılar kompleksi, 1899'da gaz deposu olarak inşa edilmiş. İşlevlerini kaybedince de 2001 yılında alışveriş merkezi, etkinlik salonu, öğrenci yurdu ve dairelerden oluşan bir binalar kompleksine dönüştürülmüş.

Buranın adını ilk olarak yurt seçmeye çalışırken duyuyorum. Sonra rehber kitaplarda eski gaz depoları - yeni alışveriş merkezi olarak söz edildiğini görüyorum. Ancak yolum sadece bir kez, bu kompleksin içinde açılan Viyana İslam Federasyonu Kitap Fuarı'na gittiğimde düşüyor. Fuarda bir şey bulamıyorum,  bana tek faydası bölgeyi görme fırsatı vermesi oluyor. Ancak hava soğuk, ben gittikten kısa süre sonra kararıyor ve pek kimsenin olmadığı bölgede yalnızım. Bu nedenle fazla oyalanmadan, alışveriş merkezine girmeden çevreyi dolaşıp dönüyorum.

Çevre gerçekten çok ilginç. Yuvarlak biçimli gaz depolarına yaslanmış yassı binalar, karşılarına dikilmiş yamuk apartmanlar insanda algı yanılsaması yaşadığı duygusunu uyandırıyor. Binalardan birinin bahçesinin içine dikilmiş bileklerinden zincire vurulmuş adam heykeli de ayrı bir merak duygusu doğuruyor. Heykelin üstündeki 1938-1945 tarihlerinden ne hakkında olduğunu anlamak mümkün. Altında ise on tane isim yer alıyor. Bu görünüşüyle heykel bana Kızıl Viyana'yı çağrıştırıyor.

Gasometer, Viyana'nın ne zaman nerede karşıma çıkacağı belli olmayan sürprizlerinden biri olarak hafızama kazınıyor. Bu kent gerçekten, insanı hiç beklemediği anlarda şaşırtmayı başarıyor!


23 Mart 2012 Cuma

Naschmarkt, Flohmarkt


                                         

Naschmarkt, Viyana'nın en ünlü açık hava pazarı. Tarihi oldukça eskilere uzanan bu sabit pazarda sebze meyveden baharata, kahvaltılıktan çikolataya kadar çok çeşitli ürün bulmak mümkün. Son yıllarda bölge çok sayıda lokantanın açılmasıyla birlikte ayrıca bir dinlenme ve eğlenme alanı halini almış. Cumartesi günleri buradaki lokantalarda yer bulmak çok zor. Alışveriş yapan ya da ayaküstü bir şeyler atıştırıp içki içen insanların kalabalığı her yeri dolduruyor.

Naschmarkt'ın hemen yanında ise sadece cumartesi günleri kurulan bitpazarı Flohmarkt var. Buradaki satıcılar arasında çok sayıda Türk bulunuyor. Gerçekten ilginç parçalar bulmak mümkün ama fiyatlar ucuz değil. Arkadaşımın dediği gibi, aslında buradaki ürünlerin fiyatını alıcı belirliyor. İlk gittiğim hafta gördüğüm, üstlerinde Viyana'nın ünlü binalarının resimleri bulunan beyaz kahve fincanlarının tanesine yaşlı Avusturyalı kadın satıcı 5 Euro istiyor. 4 fincana 20 Euro vermek istemediğim için almıyorum. Ama başarabilsem kadının benle pazarlık yapıp yapmayacağını, eğer pazarlık yapsam o fincanları kaça alabileceğimi, ya da benden sonra ne kadar süre orada durduklarını hep merak ediyorum. Sonraki gidişlerimde saat ya geç, ya hava yağmurlu, halâ beni bekliyorlarsa bile bir daha hiç karşılaşmıyoruz.

Naschmarkt'tan tek alışveriş maceram ise tadı hala damağımda olan Sicilya zeytini oluyor. Viyana'da zeytin bulma konusunda sıkıntı yaşıyorum. Aslında yok değil, ama marketlerde küçücük cam kutular yüksek fiyata satılıyor. Pazarlarda da fiyat oldukça pahalı. Sonra bir gün Naschmarkt'ta Türkçe bilen bir Bulgar satıcı bana Sicilya zeytini tattırıyor. Görüntüsü de, tadı da çok hoşuma gidiyor. Yeşil erik iriliğinde ve renginde, hafif ekşimsi bir tadı var. İndirimli fiyattan biraz alıyorum, ancak bir daha zeytin almak için hiç Naschmarkt'a yolum düşmüyor.

Viyana'yla birlikte Naschmarkt'a, üstünde Viyana'nın ünlü binalarının resimleri olan beyaz kahve fincanlarına ve yeşil erik iriliğinde Sicilya zeytinlerine de veda ediyorum. Belli mi olur, belki bir gün...

Güzel Sanatlar Akademisi - Secession



Güzel Sanatlar Akademisi ve Secession, Viyana sanat tarihinde önem taşıyan iki kurum. Aslında Güzel Sanatlar Akademisi'nin önemi sanat tarihini aşıyor, dünya siyasi tarihine uzanıyor. 17. yüzyılda özel bir akademi olarak kurulan Akademie der bildenden Künste Wien, 19. yüzyılda Franz Joseph tarafından sanat alanında devletin resmi üst kurumu ilan ediliyor. Şimdiki binası bu dönemde, Ringstrasse inşa edilirken ünlü mimar Hansen tarafından yapılıyor. 20. yüzyılda ise genç ressam Adolf Hitler'i kabul etmeyerek belki de dünya tarihini değiştirmesiyle tanınıyor. Gerçekten insan, Hitler Akademi'ye kabul edilseydi ve ressamlık hayallerini gerçekleştirebilseydi acaba her şey nasıl olurdu diye merak etmekten kendini alıkoyamıyor.

Viyana'daki diğer birçok yerin aksine Akademi bizim için pratik bir değer taşıyor. Bazı günler öğle yemeklerimizi Mensa denen kafeteryasında yiyoruz. Burayı seçmemizin nedeni diğer binalardakilere göre daha sakin olması. Bu ülkede hiçbir üniversitenin, kampusün, fakültenin girişinde hiç kimseye öğrenci kartı sorulmuyor, kimlik bırakılmıyor, üst araması yapılmıyor, çantalar x-ray'den geçirilmiyor, üniversite içinde polisler dolaşmıyor. Böylece biz de aslında hiç ilgimiz olmayan Akademi'nin kafetaryasını sorgusuz sualsiz kullanabiliyoruz. 

Akademi'nin bir de sanat koleksiyonu var, ancak girişi ücretli. Her ne kadar rehber kitaplardan iyi bir koleksiyon olduğunu okusam da artık müze ve sergilere daha fazla para vermek istemiyorum, zaten son günlerde zamanım da kalmıyor. Akademi benim aklımda isteyenin şarap içebileceği değişik öğle yemekleri, öğrenci kafeteryası denmeyip özenle hazırlanan ve sunulan kahveleriyle yer ediyor. 

Güzel Sanatlar Akademisi'nin çok yakınında, Karlsplatz'da Viyana sanatı için büyük önem taşıyan başka bir bina, Secession bulunuyor. Burası 1897'de yenilikçi Viyanalı sanatçılar Gustav Klimt, Koloman Moser,   Josef Hoffmann, Joseph Maria Olbrich gibi isimler tarafından geleneksel sanata tepki olarak kuruluyor. Kuruluşunu izleyen yıllarda ise Viyana sanat tarihinde kalıcı izler bırakmayı başarıyor. Bugün Viyana'nın en büyük önemli müzelerini, Secession sanatçılarının eserleri süslüyor. Olbrich tarafından tasarlanan binası, Viyana'daki birçok bina gibi 2. Dünya Savaşı'nda yıkılıyor ve 1970'lerde belediye tarafından yeniden inşa ediliyor.

Biri diğerine tepki olarak doğmuş, ikisi de Viyana tarihinde önemli roller oynamış birbirine çok yakın bu iki bina, bugün  tarihin canlı birer tanığı olarak sessizce ayakta kalmaya devam ediyor.

Karlsplatz: Karlskirche, Viyana Müzesi


                               

Karlsplatz, Viyana'nın merkezi sayılabilecek Stephansplatz'daki Kartner Caddesi'nden güneye doğru yürüyerek ulaşılabilen, kentin ana arterlerinden biri. Viyana'nın önemli tarihi mekanlarından bazıları burada bulunuyor.

Bölgenin en dikkat çekici yapısı Karlskirche. 1715-1737 yılları arasında inşa edilen kilise ilginç mimarisiyle insanı kendine çekiyor. 1713'te yaşanan ve sekiz binden fazla can alan veba salgınının ardından inşa edilmiş. Viyana'daki diğer kiliselerden çok camiye benzer yanları olduğunu söylemek mümkün. Giriş ücretli, ancak biz kendimizi buz gibi bir Viyana akşamında kiliseye attığımızda akşam ayinine denk gelip içeri dalıyoruz. Her ne kadar yabancı olduğumuzu belli etmemeye çalışsak da sonunda kendimizi ele veriyoruz. Ayin biraz uzun ve can sıkıcı. Yine de değişik bir deneyim.

Civardaki dikkat çekici yapılardan biri Karlsplatz Tren İstasyonu. Otto Wagner ve Joseph Maria Olbach tarafından tasarlanan ve 1899'da açılan istasyon 1981'de metro yapıldıktan sonra yıkılmak istenmiş. Ancak halkın tepkisi sonucu yıkılmasından vazgeçilmiş ve yenilenerek sergi mekanı ve kafe olarak hizmete açılmış.

Bölgede söz edilmesi gereken diğer yapılar ise Viyana Teknik Üniversitesi ve Viyana Müzesi. Viyana Teknik Üniversitesi binasının dışı güzel, içininse pek bir özelliği yok. Viyana Müzesi ise dışarıdan fazla birşey ifade etmiyor, içindeyse Viyana tarihinin belki de en ilginç ipuçlarını taşıyor. Üstelik Viyana'nın çoğu müzesinde olmayan bir özelliği var, her ayın ilk pazar günü ücretsiz.

Viyana Müzesi'ne kentteki birçok müzeyi gezdikten sonra gidiyorum. Oysa Sanat ve Doğa Tarihi müzelerinden sonra görülmesi gereken en önemli müze. Hatta belki onlardan daha önce. Çünkü sanat ve doğa tarihi müzelerine Avrupa'nın, dünyanın her yerinde rastlamak mümkün. Ancak Viyana Müzesi Viyana'nın tarihini anlatıyor ve Viyana'ya özel. En eski çağlardan başlayarak 19. yüzyılına gelene kadar kentin tarihiyle ilgili pek çok şeyi bu müzenin salonlarında bulmak mümkün. 

Müzede kentin tarihi Roma öncesi ilk kurulan yerleşimlerden itibaren anlatılıyor. Roma İmparatorluğu'nun lejyonu olduğu dönemden Ortaçağ Viyanası'na, Stephensdom'un inşasından Türk kuşatmasına kadar kentin her dönemiyle ilgili bilgi, belge ve objeler sergileniyor. Sonraki dönemlerde yapılmış kent yaşamını anlatan resimler de müzedeki ilginç eserler arasında yer alıyor. Geçirdiğim yarım günün ardından burayı kentte en başta görülmesi gereken müzeler arasında ilk üçe yerleştiriyorum. Her ne kadar kıyıda köşede kalmış olsa da, dıştan çok dikkat çekmese de, turistler tarafından çok fazla ziyaret edilmese de Viyana Müzesi bu kenti tanımak isteyenlere çok sayıda ipucu sunuyor. Viyana'nın 19. yüzyılda nasıl bir dönüşüm geçirdiğini, bugünkü Viyana'nın nasıl ortaya çıktığını anlamak için ziyaret edilmesi gereken yerlerin en başında Viyana Müzesi geliyor.


21 Mart 2012 Çarşamba

Stadpark - Albertina Müzesi




Viyana'da son haftam, pırıl pırıl bir hava. Haritada daha önce hiç gitmediğim bir yeşil alan var: Stadpark. Üstelik daha buraya gelmeden aldığım rehber kitapçıklardan birinin üstünde gördüğüm, Viyana'nın simgelerinden biri olan altın rengi Strauss heykeli de burada.

Arkadaşımla yurttan çıkıyoruz, kısa bir yolculuğun ardından Stadpark'tayız. Pırıl pırıl havayla kupkuru ağaçlar birbirine tezat oluşturuyor. Kısa bir süre önce yağan kardan kalan buzlar olmasa kendimi bahar aylarında sanacağım. Parkın ortasında küçük bir gölet, göletin içinde buz tabakası, buz tabakasının üstünde ördekler. Ve geldiğimden beri görmek istediğim altın rengiyle parlayan Strauss heykeli. O kadar güzel bir gün ki!

Stadpark'tan çıkıp yürüyerek Karlsplatz'a gidiyoruz. Rus Anıtı'nın önünde fotoğraf molası, Karlskirche'nin önünde atıştırma molası derken zaman geçiyor. Ama güzel havanın tadını çıkarmak için yürümeye devam. Karlsplatz'dan Opera, Opera'dan Stephansplatz, Kartner'den Hofburg, dışarıdan görmek için Kelebek Evi ve son durak Albertina Sarayı.

Aslında bir saray olan Albertina, bugün Viyana'nın en ünlü müzelerinden biri olarak tanınıyor. Albertina Grafik Müzesi'nde 65 bin çizim ve 1 milyon kadar eski orjinal baskı olduğu belirtiliyor. Albertina Film Müzesi'nde ise ekim - mayıs ayları arasında film gösterimleri yapılıyor.

Benim Albertina maceram biraz farklı oluyor. Ne grafik, ne çizim görüyorum. İki katta empresyonist ressamların eserleri var. Ama Paris'teki Orsay müzesindekilerin yanında neredeyse hiçler. Bir salonda Picasso'ya ait 9 eser sergileniyor. Daha önce Picasso görmediğim için bana ilginç geliyor. Yine de Picasso'nun çok sevdiğim bir ressam olduğunu söyleyemiyorum. Ayrıca müzede yakında bitmek üzere olan Magritte sergisi var, bu vesileyle Belçikalı gerçeküstücü ressam Renne Magritte'le tanışmış oluyorum. Akşama doğru katlardan biri düzenlenen bir davet nedeniyle kapatılıyor, gezemiyorum. Aslında işime geliyor, o kadar yorgunum ki, bir adım daha atmaya halim yok. Albertina benim için Stadpark'ta geçirdiğim pırıl pırıl bir günün ardından günü tamamladığım bir yer olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Belki de dünyaca ünlü olduğu söylenen grafik koleksiyonunu göremediğim içindir, bilemiyorum.

20 Mart 2012 Salı

Museumsquartier: MUMOK ve Leopold Müzesi




Viyana'nın en önemli müzelerinden diğerleri, Sanat ve Doğa Tarihi müzelerinin karşısında, Museumsquartier bölgesinde bulunuyor. İmparatorluk döneminde saray ahırlarının bulunduğu bu alan 1918 yılında sergi mekanı olarak düzenlenmiş, daha sonra da müzeler kompleksine dönüştürülerek 2001'de hizmete açılmış. Viyana Modern Sanat Müzesi (MUMOK) ve Leopold Müzesi burada yer alıyor. Alanda ayrıca başka müzelerin yaı sıra tiyatrolar, cafe'ler, yeşil alanlar bulunuyor.

Modern Sanat Müzesi (MUMOK) gri bazalt taşından yapılmış sıra dışı bir binaya sahip. İçindeki eserlerin de sıra dışı olduğunu söylemek mümkün. Bu müzeye bir pazar günü, Der Standard gazetesinin düzenlediği ücretsiz bir etkinlikle gidiyorum. Viyana'da ücretsiz müze gezmek sık rastlanan birşey değil, ayrıca Modern Sanat Müzesi çok görmek istediğim bir yer değil, o yüzden buraya ücretsiz girebildiğime memnun oluyorum. Modern sanat gerçekten ilginç. Sanırım insanlara anlamsız gelmesi de beklenmeyecek bir şey değil çünkü aslında sanatçılar yaşadığımız dünyanın anlamsızlığına, insanlara anlamsız gelen eserlerle cevap veriyorlar. Eğer sanat yaşadığımız toplumun bir aynasıysa modern sanatçı modern dünyadan aldığını bu eserlerle dünyaya geri veriyor.

Ancak yine de müze gezen biri için kocaman plastik pastalar, dev izmaritler, plastik çiçekler görmek çok alışıldık bir durum değil. Bu tür objeler burada sergilenmekle kalmamış, salonların içine siyah yuvarlak çadır benzeri bölmeler konularak insanların bu nesneleri görmek için sıra beklenmesi sağlanmış. Gerçekten de insanların sanat olarak kendilerine verilen plastik çiçekleri görmek için sıra beklemesi modern sanatın anlamsızlığına birden anlam katıyor!

Üst kattaki çelişkili durumlara rağmen alt katta Pop Art ve Andy Warhol'la karşılaşmak hoş bir sürpriz oluyor. Sonuç olarak insanı farklı açılardan bakmaya ve değişik pencerelerden düşünmeye sevk eden eserler/objeler, hangi kısmının geçici hangi kısmının kalıcı olduğunu bilemediğim bu sergide ziyaretçilere sunuluyor. MUMOK'tan müze gezmenin doyumuna ulaşmadan çıkmış olmam da modern sanatın anlamsızlığına anlam katan başka bir boyut oluyor :)

MUMOK'u gezince daha önce pek niyetim olmamasına rağmen Leopold Müzesi'ne de gitmeye karar veriyorum. Yanılmıyorsam bu müze için de Sanat Tarihi Müzesi'ne girerken kombine bilet alınabiliyor. Ama hem Hofburg'un Hazinesi, hem Leopold Müzesi için bilet alınabiliyor mu bilmiyorum. Ben hem Hazine'yi, hem Leopold Müzesi'ni gezmeye son anda karar verdiğim için kombine biletlerin hiçbirinden yararlanamıyorum.

Leopold Müzesi MUMOK'un tersine beyaz kireç taşından yapılmış bir binada faaliyet gösteriyor. 1994'te Avusturya Devleti tarafından Rudolf Leopold'den alınan koleksiyondan oluşuyor. Müzede Gustav Klimt, Oscar Kokoschka, Egon Schiele, Richard Gerstl, Koloman Moser gibi modern Avusturyalı sanatçıların eserleri bulunuyor. Ayrıca bu sanatçıların yaşadığı 1900'ler hakkında da bilgilerin ve fotoğrafların yer aldığı bir bölüm var. 1. Dünya Savaşı'nın bittiği ve imparatorluğun son demlerini yaşadığı 1918'de, döneme damgasını vurmuş Gustav Klimt, Otto Wagner, Koloman Moser ve Egon Schiele'in ard arda öldüğünü öğrenmek, insanda bir dönemin kapanış seremonisinin o yıl gerçekleştiği duygusu uyandırıyor.

Özellikle Leopold Müzesi'ni gezmek Viyana'nın modern dönemiyle ilgili ipuçları verse de, her iki müze için söyleyebileceğim ortak şey, gezilmelerinin çok büyük aciliyet taşımadığı. Bu müzeler daha çok modern resme ve sanata ilgi duyanlara hitabediyor. Yine de Leopold Müzesi hakkında sonradan düşündüğümde, bugün Viyana'yı Viyana yapan bir dönemin nasıl yaşandığı konusunda ciddi ufuklar açtığını söylemek mümkün görünüyor.

Viyana'nın Müzeleri: Sanat ve Doğa Tarihi




Viyana'nın en büyük ve görülmeye değer müzeleri şehrin merkezinde, İmparatorluk Sarayı'nın çevresinde yer alıyor. Hofburg Sarayı'ndan Ring tarafına çıkıldığında, hemen karşıda Maria Theresia Platz'da bulunan karşılıklı iki müze, Viyana'nın en muhteşem binaları arasında sayılıyor: Kunsthistorisches Museum (Sanat Tarihi Müzesi) ve Naturhistorisches Museum (Doğa Tarihi Müzesi).

Viyana'da saraylardan sonra ilk gittiğim müze Sanat Tarihi Müzesi oluyor. İçindeki eserlerden önce binanın mimarisi hem dışarıdan, hem içeriden insanı büyülemeye yetiyor. Müzenin giriş katında sağ kanatta Mısır, Antik Yunan ve Roma Eserleri Koleksiyonu sergileniyor. Sol kanattaki Heykel ve Dekoratif Sanatlar Koleksiyonu ise ben gittiğimde kapalı. Birinci kattaki Resim Galerisi'nde yüzlerce resim bulunuyor. Artık müze gezerken eskisi gibi mutlaka her eseri inceleyeceğim gibi bir düşüncem yok. Zaten Hristiyanlıkla ilgili resimler çok ilgimi çekmiyor. Portreler kendi dönemlerinin fotoğrafları olmanın ötesinde benim için pek anlam ifade etmiyor. Üstelik her eseri kafama kazıma düşüncesiyle müze gezmeye kalksam hiçbir müzeyi bitirmem mümkün değil. Bu nedenle eserlere hızlıca bir göz atıyorum, beğendiklerimi daha dikkatli inceliyorum. Çok beğendiklerimi ise çıkmadan önce son bir kez daha ziyaret ediyorum.

Rehber kitaplar bu müzede mutlaka görülmesi gereken eserleri yazıyor. Benimse en çok ilgimi çekenler Pieter Brueghel'in eserleri oluyor. Onun eserlerinin yer aldığı salona bir değil, iki değil, tam üç defa gidiyorum. Hollandalı ressamın 16. yüzyıl toplumsal yaşamıyla ilgili çizdiği resimleri dini eserlerden de, portrelerden de daha çok beğeniyorum. Özellikle ressamın döneminin 80 farklı çocuk oyununu betimlediği "Çocukların Oyunları" adlı eseri birçok açıdan dikkatimi çekiyor. Resimde yakın bir zamana kadar hala oynanan uzun eşek, birdirbir gibi oyunları görmek çok hoşuma gidiyor. 500, 5000, hatta belki de 50 bin yıl  öncesinde oynanan oyunların yaşadığımız toplumda son 50 yılda birden bire ortadan kalkması insanlık tarihinin geldiği nokta hakkında ilginç bir ipucu veriyor. Ama içimden bir his bu oyunların aslında hiçbir zaman yok olmayacağını söylüyor.

Müzede ayrıca Brueghel'in Babil Kulesi, Köy Düğünü ve birçok başka eseri, Rembrandt'ın otoportresi, Rubens'in Medusa'nın Başı, Arcimboldo'nun "Yaz" temsili gibi eserleri de bulunuyor. Müzenin en üst katında ise Sikke Koleksiyonu yer alıyor. Tüm müzeyi gezmem, cafe'sindeki kahve molası ve en üst katından aşağısını kuşbakışı izleme finaliyle birlikte 3,5-4 saatimi alıyor.

Doğa Tarihi Müzesi'ne başka bir tam gün ayırıyorum. O kadar büyük, o kadar dolu dolu, içinde o kadar çok şey var ki, gez gez bitmiyor. Bu müzeyi benim için önemli yapan nokta, Türkiye'de bazı üniversitelerin bünyesinde kurulmuş bir-iki küçük örnek dışında gerçek bir doğa tarihi müzesi bulunmaması. Biz tarihimizle, bu topraklarda yaşayan geçmiş uygarlıklardan kalanlarla övünür dururken, bu gerçek birkaç yıl önce ABD'li İngilizce hocam Bruce'un sözleriyle kafama dank ediyor: "Niye sizin ülkenizde hiç doğa tarihi müzesi yok?"

Viyana'da 19. yüzyıldan beri var olan Doğa Tarihi Müzesi'nde ise Vikipedi'ye göre 8700 metrekarelik alanda 30 milyon obje sergileniyor. Müzenin en önemli eserleri arasında 1908'de Wachau Vadisi'ndeki Krems'te bulunan yaklaşık 25 bin yaşındaki Willendorf Venüsü ve diplodocus türüne ait dinozor iskeleti bulunuyor. Bunun dışında taşlardan fosillere, iskeletlerden doldurulmuş memelilere kadar doğaya ait birçok örnek müzede doğa meraklılarının ilgisine sunuluyor.

Müzeyi öğretmenleriyle gelmiş öğrencilerin yanı sıra ailelerinin ellerinden tutup getirdiği çok sayıda çocuk geziyor. Objelerin dışında müzede çeşitli doğal deneyimler yaşamak için alanlar oluşturulmuş. Hiç ışığın olmadığı karanlık bir mağaraya dalıp el yordamıyla ilerlemeye ve çıkışı bulmaya çalışırken, ilk insanın yaşadığı duygular hakkında fikir sahibi olabiliyorum. Bilmediğim bir mağaranın çıkışını karanlıkta bulmaya çalışmanın getirdiği korkunun nasıl bir duygu olduğunu birebir yaşıyorum. Dümdüz yürürsem bir-iki dakika içinde çıkışı bulacağımı bilmenin verdiği rahatlığa rağmen mağaraya girmeye benden önce birileri girip çıktıktan sonra cesaret edebiliyorum. Müze ziyaretçilerine buna benzer çok sayıda deneyim yaşama olanağı sunuyor.

Hem Sanat Tarihi, hem Doğa Tarihi müzelerinin Avrupa'nın ya da dünyanın en iyisi olduğunu sanmıyorum. Ancak ikisinin de 19. yüzyılda yapılmış muhteşem binaları, o dönemden beri varlıklarını hep genişleyerek, büyüyerek korumaları ve barındırdıkları eserler, onları Viyana'nın görülmesi gereken müzeleri arasında en baş sıraya yerleştiriyor.

12 Mart 2012 Pazartesi

Viyana'nın Sarayları: Hofburg, Schönbrunn, Belvedere




Sarayları gezmeye, Erasmus için İsveç'te bulunan ve Viyana'yı ziyarete gelen arkadaşımla başlıyorum. Yaptığım uzun araştırmalar sonucu saraylar için en uygun seçeneğin Sisi bileti olduğuna karar veriyoruz. 23 Euro'ya Hofburg'la Schönbrunn'un belli kısımlarını ve İmparatorluk Mobilya Koleksiyonu'nu kapsayan biletlerimizi alıyoruz. Biletler Hofburg'ta İmparatorluk Gümüş Koleksiyonu, İmparatorluk Daireleri ve Sisi Müzesi'ni gezme, Schönbrunn'da ise 40 odadan oluşan Büyük Tur yapma imkanı veriyor. İlk gün Hofburg'dayız ve tam bir hayal kırıklığı. Giriş kat imparatorluğun yemek takımlarından oluşuyor ve son derece can sıkıcı. Üst katta Franz Joseph ile Sisi'nin yatak ve çalışma odalarını görüyoruz. Sisi Müzesi ise karanlıklar içinde, üzgün imparatoriçenin mutsuz hayatını anlatıyor. Günün sonunda ilginç gelen tek şey, bu sarayda doğan Marie Antoinette'in saray duvarlarında hala duran çocukluk resimleri ve Avusturya İmparator ve İmparatoriçelerinin yılın bir günü gerçekleştirdikleri, yoksul halktan seçilen yaşlı insanların ayaklarını yıkadığı ilginç tören ile ilgili bilgiler.

Ertesi gün gittiğimiz Schönbrunn'un içi daha güzel. Maria Theresa'nın yaptırdığı bu barok sarayın içindekiler, her ne kadar bahçeleri kadar güzel olmasa da bizi bir gün önceye göre daha mutlu ediyor. Sisi bileti alıp Hofburg'u görmek yerine sadece Schönbrunn'un içiyle birlikte bahçelerini kapsayan bilet almadığımıza pişman oluyorum. Ama ocak ortasında Schönbrunn kar altında ve gittiğimizde yağış devam ediyor. Bu durumda Schönbrunn'u bir kez de kar altında gördüğüme mutlu olmakla yetiniyorum.

İmparatorluk Mobilya Koleksiyonu'na önce gitmek istemiyorum, sonra aynı zamanda Sissi Filmleri Müzesi olduğunu okuyunca fikrimi değiştirip gidiyorum. Ama orada da pek birşey yok. İmparatorlukta kullanılmış mobilyaların yanı sıra, yine Habsburg'lara ait olan ve Sissi filmlerinde kullanılmış mobilyalar, filmlerde kullanıldıkları sahneleri gösteren kısa görüntülerle birlikte sergileniyor. Mobilyaların birçoğu da koridorlarda üst üste yığılmış bir halde duruyor.

İmparatorluğun Hazinesi, 12 Euro'luk yeni bir bilet alınarak görülebiliyor. Eğer Sanat Tarihi Müzesi'nde kombine bilet alınırsa toplam 24 yerine 18 Euro'ya her iki müze görülebiliyor. Hazine'de imparatorluğun giysileri, mücevherleri, taçları bulunuyor. İlginç, ancak neden ayrıca para vermek gerektiğini anlamıyorum. Eğer Hazine Sisi Müzesi'ndeki tabak çanağın yerine konsa en azından Sisi Müzesi'ne verilen paraya değecek diye düşünüyorum.

Hofburg'a dahil olan bir de Efes Müzesi var. Sarayın Neue Burg kısmında yer alan bu müzede tahmin edilebileceği gibi Efes'te yapılan kazılarda çıkarılarak Viyana'ya getirilmiş eserler sergileniyor. Müzenin üst katlarında ise Silah ve Zırhlar Koleksiyonu ile Eski Müzik Aletleri Koleksiyonu yer alıyor. Sanat Tarihi Müzesi için alınan biletle bu müze de gezilebiliyor. Ya da bu müzede alınan biletle Sanat Tarihi Müzesi. Ben dondurucu bir kış günü elimde biletlerle müze dolaşmaya çalışırken donma tehlikesi geçirip Sanat Tarihi Müzesi'nden aldığım biletimi kaybettiğim için burayı gezmek için yeni bilet almam gerekiyor. Efes Müzesi'ni mutlaka görmek istiyorum, buraya Viyana'daki son üç günümde Viyana'yı görmek için Türkiye'den gelen arkadaşımla birlikte geliyoruz. Arkadaşım Hazine'yi de gezmek istediği için bu sefer kombine bilet alıyoruz, böylece benim biletimi kaybetmekten doğan zararım yarıya iniyor. Sadece Hazine'ye 12 Euro vermektense Hazine ve Efes Müzesi için 18 Euro veriyorum. Birlikte verilen Sanat Tarihi Müzesi biletini de kullanması için başka bir arkadaşıma hediye ediyorum.

Efes Müzesi Neue Burg'un bir katını oluşturuyor ve bütün halde az sayıda eser bulunuyor. Pek çok eser kırık dökük ya da eksik. Topraktan mı böyle çıktıklarını, yoksa getirilirken mi kırıldıklarını bilemiyoruz. O kadar az İngilizce açıklama var ki Fransız bir kadın merak ettiği bazı şeyler bana soruyor. Tabi Türk olduğumu öğrenince Eski Yunan tanrılarının heykellerini gösterip "Türkiye'de hala bunlara mı inanıyorsunuz" diye sorması müzedeki az açıklamayla açıklanamıyor :)

Sonuç olarak Viyana'da imparatorluk saraylarını gezmeye 40 Euro kadar para veriyorum ve bence değmiyor. Saraylarda gördüğüm her şeyi topladığımda taş çatlasa yarı fiyatı edeceğini düşünüyorum. Tek tesellim, bir daha buraları gezmek istesem yapacağım harcamanın Viyana'ya geliş maliyeti artı giriş ücretleri olacağını düşünmek. Sonradan pişman olmaktansa paraya kıyıp gezmek her şeye rağmen en mantıklı çözüm gibi görünüyor. Yine de aklıma vaktiyle Türklere 10 TL olan Topkapı Sarayı girişi turistlere 20 TL diye olay çıkaran yabancı turistler geliyor. Avusturyalılar tarihlerini turistlere muhteşem bir şekilde pazarlamayı ve tarihlerinden para kazanmayı çok iyi biliyor.

Viyana'da imparatorluk sarayları dışındaki en önemli saray olan Belvedere ise tamamen farklı bir konsept oluşturuyor. Belvedere'e yine buz gibi bir kış gecesinde, benden önce Türkiye'ye dönen arkadaşımı geçirdiğim tren istasyonundan dönüşte, Rennweg'de trende inerek gidiyorum. Belvedere Aşağı ve Yukarı Belvedere olarak iki bölümden oluşuyor. Yukarı Belvedere'de ünlü Avusturyalı ressam Gustav Klimt'in eserleri bulunuyor. Aşağı Belvedere ise geçici sergilere ev sahipliği yapıyor. Sanıyorum burada aynı zamanda sarayların sahibi Savoy Prensi Eugen'den kalan eşyalar da bulunuyor.

İki sarayı da gezmek isteyenler için kombine bilet 14 Euro. Ben 11 Euro'ya sadece Yukarı Belvedere için bilet alıp Klimt'in kalıcı koleksiyonunun bulunduğu bu kısmı görüyorum. Klimt'in çok sayıda eserinin yanı sıra en ünlü eseri Öpüş burada bulunuyor. Klimtsevenlerin mutlaka gezmesi gereken bir yer. Benimse ilgimi en çok eski Viyana'nın günlük hayatını anlatan resimler çekiyor. Sanırım Viyana'nın tüm müzelerinde en çok aradığım şey de bu oluyor.

Hofburg, Schönbrunn, Belvedere ziyaretleriyle birlikte Viyana'daki saray turumu tamamlamış oluyorum. Şehirde başka saraylar da var ancak en önemlileri bunlar, ayrıca daha fazla saray gezmeye gerek yok. Viyana'ya bir daha gitme şansım olursa görmek isteyeceğim tek saray, Viyana'nın en sevdiğim yeri olan Schönbrunn'un bahçeleri. 1 Nisan - 2 Kasım arası Gold Pass ya da 3 Kasım - 30 Mart arası Winter Pass alıp sarayın içinin yanı sıra Avrupa'nın en eski hayvanat bahçesini, meşhur labirentini, palmiye evini görmek daha cazip olabilirmiş diye düşünüyorum. Belli olmaz, belki bir gün, bir bahar ayında tekrar Viyana'ya yolum düşer ve diğer her şeyi es geçip en sevdiğim sarayın uçsuz bucaksız bahçelerinde dilediğimce vakit geçirebilirim diye kendimi teselli ediyorum.

8 Mart 2012 Perşembe

Viyana'da Müze Gezmek


Kendisi başlı başına bir müze şehir olan Viyana'da müze gezmek oldukça meşakkatli bir iş. Şehirde 100'den fazla müze olduğu söyleniyor ve bu müzelerin çoğunu gezmek yarım günden fazla zaman alıyor. Bir müze delisi olan ben, Viyana'nın kentsel dokusuna, sokaklarının tarihi havasına, mimarisinin büyüleyiciliğine, parklarının bahçelerinin güzelliğine öylesine hayran kalıyorum ki uzun süre tek bir müzenin bile içine girmek istemiyorum. Ancak bu şehirde 5 ay kalıp belli başlı müzelerini gezmemek de içime sinmediği için, son 1,5 ay müze ziyaretlerime başlıyorum, son 10 gündeyse neredeyse her gün bir müzeye giderek görülmesi gereken tüm müzeleri tamamlamaya çalışıyorum.

Ancak bu noktada bir dezavantajım var, Viyana'daki müzeleri gezmeye başlayana kadar Floransa'daki Uffizi Galeri'yi, Paris'teki Louvre ve d'Orsay'ı görüyorum. Avrupa'nın en iyi ve büyük müzelerini görünce müze gezmeye iyice doymuş, beklentilerim iyice yükselmiş oluyor. Böyle olunca Viyana'daki müzeleri bir türlü beğenemiyorum. Bu durumda, Viyana'da müze fiyatlarının son derece pahalı olmasının da payı var. Koskoca Louvre'u 9 Euro'ya görebilmişken, Viyana'da çok da beğenmediğim her bir müzeye minimum 10 Euro giriş ücreti ödüyorum. Bazı müzelere girişte diğerleri için de bilet veriliyor, bazı müzeler için kombine biletler satılıyor, ancak ne kadar araştırırsam araştırayım bir şeyleri birbirine denk getiremiyorum, biletleri kaybediyorum, sonuç olarak bi türlü işin içinden çıkamıyorum. Üstelik örneğin Paris'te her ayın ilk pazar günü müzeler ücretsizken, Viyana'da bu uygulama yılda sadece 1 gün, sanırım 30 Eylül'de, akşam 18.00'den gece 03.00'e kadar gerçekleşiyor. Son derece kısıtlı ve yetersiz bir uygulama.

Tüm bunların üstüne, gezileri planlamak çok zor oluyor. Herşey karmakarışık ve çok seçenekli. Örneğin İstanbul'da bir biletle tüm Topkapı Sarayı'nı gezmek mümkünken, burada Hofburg Sarayı'nın içindeki her bina için 10 Euro'dan fazla bilet ücreti alınıyor. Üstelik bunların hepsini toplasan ancak bir Topkapı Sarayı etmiyor. Dahası, alınan biletlere yerini bile bilmediğimiz başka şehirlerde yer alan müzeler de dahil olabiliyor. Böyle olunca da insanda verdiği paranın karşılığını alamadığı hissi ve hayalkırıklığı yaratıyor. Hepsinin ötesinde hangi müzeye girerken hangisi için de bilet verildiği, hangi biletin diğeriyle kombine olarak alınabildiği yıldan yıla değişerek aralık ayında yapılan planların ocak ayında geçersiz olmasına neden oluyor.

Uzun uğraşlar ve planlamalar sonucunda gerçekleştirdiğim müze ve saray gezilerinin sonunda söyleyebileceğim şey, en baştakinden farklı değil. Viyana o kadar güzel bir şehir ki, müzelerin, sarayların içini gezmek yerine sokaklarını, parklarını, bahçelerini gezmek hem daha ucuza mal oluyor, hem insanı daha çok mutlu ediyor. Zaten 5 aylık Erasmus sürecinde 4 ülke ve 14 kent ziyaretinden sonra anlıyorum ki, bir kenti tanımanın, tarihini koklamanın, ruhunu hissetmenin sırrı, müzelerinden çok sokaklarından geçiyor.