26 Ocak 2012 Perşembe

Salzburg - Alpler




Dönmemize çok az zaman kaldı ve mutlaka görmemiz gereken bir yer var: Salzburg. Salzburg'a mutlaka gitmek istiyoruz, ancak planlama için biraz geç kalıyoruz. Ocak geliyor, havalar iyice soğuyor. Ayrıca nedense Salzburg'a ulaşım birçok yerin aksine o kadar kolay değil. Viyana'dan Venedik ve diğer birçok Avrupa kentine 29 Euro'ya bilet varken, 3 saat uzaklıktaki Salzburg'a bilet fiyatları 100 Euro'nun üstüne çıkabiliyor. Gittiğimizde gece kalıp kalmama, gitmişken Salzburg yakınlarında bulunan ve UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan Hallstatt'a gidip gitmeme konusunda kararsız kalıyoruz.

Sonuçta plan yapılıyor. En ucuz tren biletini, sabah 05.45'te Westbahnhof'tan kalkan trende, günübirlik gidiş dönüş olarak buluyoruz. Gidiş geliş 38 Euro'ya aldığımız biletlerle hem kentte geçirebileceğimiz saatler artıyor, hem gece kalıp kalmama kararsızlığından kurtuluyoruz. Günler öncesinden hava durumunu takip ederek, geziyi güzel bir havaya denk getirmeye çalışıyoruz.

Ve o gün geliyor. Son zamanlarda geceleri uyku sorunu çeken ben 2 saatlik uykuyla sabah 04.15'te kalkıp, 05.01'de Liesing'den merkeze giden ilk trene biniyorum. Hava daha karanlık olduğu için istasyona gidene kadar biraz korkmakla birlikte istasyona varmamla birlikte tüm korkum geçiyor. İstasyon yakınındaki pastaneler açılmış ya da açılmak üzere. İstasyon da, tren de tıklım tıklım insan dolu. Gerçekten Viyana'ya geldiğimden beri hep duyduğum gibi burada gün erken başlıyor. Ancak başta bunun erkenden kararan havanın erkenden aydınlanmasıyla ilgili olduğunu düşünürken, zaman geçtikçe böyle olmadığını anlıyorum. Günlerin en kısa olduğu aralık ayında güneşin doğuşu 07.00'yi, odanın içini aydınlatması ise 08.00'i geçiyor.

Geldiğimden beri ilk kez dükkanların açılışını yakalıyorum. Özellikle istasyonlarda gördüğüm insanlar günün diğer saatlerinde gördüklerimden farklı geliyor. Polisin istasyonda uyuyan bir evsizi sabahın köründe uyandırmasına bile tanık oluyorum.

Tren yolculuğu uyuyarak geçiyor. 09.00 gibi Salzburg'da olduğumuzda hava aydınlanmış. İstasyonun cafe'sinde kahve içip kendimize geliyoruz. Kayak takımlarıyla gelmiş insanlar Alpler'e çıkmaya hazırlanıyorlar.  Biz de saat 09.00'da açılan turist bürosundan haritamızı alıyoruz, eski şehre doğru yola çıkıyoruz.

Yolda ilk durağımız kent pazarı. Erkenden kurulan pazardan Salzburglular taze meyve sebze alışverişi yapıyor. Biz de Türkiye'de Neşeli Günler olarak bilinen ve Salzburg'da çekildiğini öğrendiğimiz Sound of Music filminin çekildiği yerlere tur bileti satan bir büfeye Hallstatt'ı soruyoruz. Bölgeye tur olmadığını, 2,5 saatlik toplu taşımayla gidebileceğimizi öğreniyoruz. Ancak Salzburg'u gezdikten sonra oraya gidip dönecek kadar vaktimiz yok.

Mozart'ın memleketi olarak tanınan, Mozart'la birlikte Sound of Music filmini turistlere pazarlayan ve kayak meraklılarının gözdesi olan Salzburg, aslında benim için tek bir anlam ifade ediyor: Alpler. Avusturya'ya gelmeye karar verdiğimden beri aklımda çocukluk kahramanım Heidi'nin yaşadığı Alp Dağları var. Başta belki İsviçre'ye de gidebilirim, Johanna Spyri'ye Heidi'yi yazmak için esin verdiği söylenen Mainfeld'i görebilirim diye düşünüyorum ama bu kadar kısa sürede mümkün olmuyor. Yine de Alpler hayaliyle Avusturya'ya gelip Viyana'da neredeyse yokuş bile görmemiş biri olarak, çocukluğumun en büyük hayali olan bu dağları en azından uzaktan görebilmek benim için büyük önem taşıyor.

Kent pazarından sonra havuzlu bir saray bahçesine, ardından Mozart'ın evi olduğu söylenen bir evin mağazasına uğruyoruz. Evi gezmekle vakit kaybetmek istemiyoruz. Sadece bir günümüz var ve kapalı mekanlarda harcayacak zamanımız yok. Mozart'ın evinden çıkınca köprüden geçip eski şehre doğru yol alıyoruz. Burada karşımıza kocaman bir kale çıkıyor. Kaleye merdivenlerle çıkmak istemeyenler için füniküler var. Füniküler ücretiyle birlikte kaleye giriş ücreti 10 Euro'yu geçiyor. Arkadaşım çıkmak istemiyor, 10 Euro'yu kaleye vermektense şarap eşliğinde güzel bir yemek yemeyi tercih edeceğini söylüyor. Ama ben şehrin içinden görünmeyen Alpler'in kaleden görüneceğine eminim. Israrlarım sonucunda fünikülere binip kaleye çıkıyoruz. Ön taraftaki seyir terasına gidiyoruz, ve Alpler tüm muhteşemliğiyle karşımızda.

Dağlar Salzburg'a oldukça uzak görünüyor. Ancak kayak yapmaya gelen insanları hatırlayınca, Salzburg'un Alpler'e ulaşım noktalarından biri olduğunu tahmin etmek zor değil. Hava o kadar güzel, güneş o kadar ışıl ışıl ki, güneşin parıltısından dağlar zar zor görülebiliyor. Yine de dağları arkama alıp bir sürü fotoğraf çektiriyorum. Kardeşimin deyişiyle "içimdeki Heidi biraz da olsa mutlu oluyor." Aslında biraz değil, çok mutlu oluyor. Her ne kadar gerçek olmadığını bilsem de, çocukluk kahramanımın o dağlarda bir yerlerde yaşadığını, tepelerde koşturduğunu hayal etmek beni çok mutlu ediyor. Sabit dürbünle dağları yakından inceliyorum. En tepe noktası olduğunu tahmin ettiğim yerde kocaman haçlar var. Sanırım oraya çıkmayı başarmış dağcıların nişanları. Herhalde dağcı olup Alp Dağları'nın zirvesine tırmansam ancak bu kadar mutlu olurdum.

Arkadaşım da halinden çok memnun. Bir banka oturup kanyak ve çukulata eşliğinde keyif yapıyor. Orada saatlerce vakit geçiyoruz. Işıl ışıl parlayan güneşin altında temiz havanın ve muhteşem manzaranın tadını çıkarıyoruz. O güzelliği bırakıp ayrılabildiğimizde turla kalenin içini geziyoruz. Çok büyük ve güzel bir kale. Rehber bize kalenin ve kentin tarihi hakkında pek çok bilgi veriyor. Ama benim aklım hala dağlarda. Turumuz bitince tekrar seyir terasına gitmek istiyorum. Artık güneş gidiyor, dağlar daha net seçilebilir. İkinci gidişimizde güneşin batışını yakalıyoruz. Ne kadar güzel bir zamanlama, Alpler'de güneşin batışını izliyorum. Hayatta daha ne isterim ki!

Aşağı indiğimizde akşam olmuş. Caddeleri gezerek, hediyelik eşya dükkanlarına girerek istasyona dönüş yolunu tutuyoruz. Viyana'da alışkanlığımız olmuş Nordsee'de oturup yemek yiyoruz. Ve akşam 20.10'daki trenimize yetişmek üzere istasyona geliyoruz. 3 saatlik yolculuk deliksiz bir uykuyla geçiyor. Ve bir yolculuğumuz daha Viyana'da son buluyor. Uzaktan da olsa Alpler'i görmüş olmanın mutluluğuyla...

25 Ocak 2012 Çarşamba

Viyana'da Yeni Yıl




Viyana'da yeni yıla yalnız giriyorum. Arkadaşlarım uzun Noel tatilinden yararlanarak Türkiye'ye gittiler. Bense yalnız da olsam Viyana'da geçirme şansı bulduğum ilk ve son yeni yılı burada yaşamak istedim. 2012'ye yalnız başıma Viyana'da girdim.

Yılbaşı günü çok güzel, pırıl pırıl bir hava vardı. Henüz hava kararmadan çıktım. Meşhur alışveriş caddesi Mariahilfer'in o gün nasıl olacağını merak ediyordum. Westbahnhof'ta trenden inip Museumsquartier'a doğru yürümeye başladım. Caddede sessizlik hakimdi, pek kimseler yoktu. Yol kenarındaki küçük tezgahlarda çoğu minik domuz biblolarından oluşan küçük yılbaşı hediyelikleri satılıyordu. Kendime yılbaşı hediyesi olarak şal aldığım tezgahın sahibi Türk çıktı. Viyana'da ilk yılbaşını geçiren yalnız bir öğrenci olduğumu öğrenince, Rathaus'a gidip konser dinlememi, küçük bir şampanya alıp yeni yıla şampanya içerek girmemi önerdi. Ama benim o kadar kalmaya niyetim yoktu. Ayrıca Rathaus'a değil, Stephensplatz'a gitmeyi planlıyordum.

Museumsquarter'da bi mola verdim, Noel pazarlarında bi türlü yemeye fırsat bulamadığım langoz eşliğinde elmalı punch içtim. Portakallı ve orman meyveliden sonra elmalıyı da denemek istemiştim ama daha önce içtiğim hafif ekşi tatlar daha çok hoşuma gitmişti, elmalıyı pek beğenmedim.

Yol ayrımına gelince küçük bir kararsızlıktan sonra seçimim Stephansplatz oldu. Rathaus'a da gidecektim ama gecenin ilerleyen saatlerinde. Sonradan düşündüğümde ikisi için de pişmanlık duymak istemiyordum.

Stephansplatz'a çıkan yollar son derece kalabalıktı. Hediyelik eşya, şampanya ve yiyecek satan tezgahların başı tıklım tıklım doluydu. Kalabalığı yara yara büyük kilisenin önüne geldiğimde konser henüz başlamamıştı. Nordsee'ye gidip bira eşliğinde birşeyler atıştırdım, ısındım ve tekrar çıktım. Artık Stephansplatz'da yeni yıl zamanıydı.

Kilisenin önüne kurulmuş sahnede harika bir klasik konser vardı. Şık şıkıdım giyinmiş kadınlı erkekli bir grup, orkestra eşliğinde eğlenceli şarkılarla harika vakit geçirttiler. Onlar ara verince de marşlar söyleyen bir grup çıktı. İkinci grup çıkınca biraz ısınmak için kilisenin çarprazındaki Cafe de l'Europe'ye girip kahve içtim. Normalde erkenden kapanan cafeler, lokantalar yılbaşına özel olarak gecenin geç saatlerine kadar açık kalmışlardı. Stephansplatz'dan sıkılınca orada neler olduğuna göz atmak için Rathaus'a geçtim.

Rathaus'da bambaşka bi hava hakimdi. Daha çok orta yaşlıların tercih ettiği Stephansplatz'ın aksine gençlerin toplandığı Rathaus'da rock konseri vardı. İkisi arasındaki yollarda müzik yapan küçük grupları da sayarsak, Viyana'nın yeni yıla eğlenerek, huzur ve mutluluk içinde girdiğini söyleyebilirim. Rathaus'da biraz oyalandıktan sonra Stephansplatz'a geri dönüp 12.00'nin gelmesini orada bekledim. Geceyarısı olup Stephansdom'un çanları eşliğinde 2012'ye girince de merkez istasyon kapalı olduğu için Karlsplatz'a yürüyüp Liesing'e döndüm. Yurda vardığımda saat 1,5 olmuştu.

Stephansplatz o kadar kalabalıktı ki, saat 12.00'den sonra insanların ayrılmaya başlamasıyla izdiham yaşandı ve sıkışma tehlikesi geçirdim. Ancak o kadar kalabalığa, saatlerdir içen insanların sarhoşluğun son demlerinde olmalarına rağmen en ufak bir rahatsız edici hareket ya da korku yaşamadım. Ertesi gün İstanbul'da Taksim Meydanı'nda bir yılbaşı gecesinin daha nasıl geçtiğini okuyunca... Sanırım bu bir meydanda, kalabalıkla birlikte geçirdiğim ilk ve son yılbaşı gecesiydi. 2012'ye Viyana'da, Stephansplatz'da klasik konser eşliğinde dans edip şarkı söyleyen insanlarla birlikte girmek harikaydı.

Baden




Baden'e Noel'in ertesi sabahı, yine buz gibi ancak pırıl pırıl güneşli bir havada gidiyoruz. Liesing'ten bindiğimiz tren birkaç durak sonra bizi ormanlar ve bağlarla çevrili bu küçük kaplıca kentine götürüyor. Merkezde yaptığımız hızlı yürüyüşün ardından kentin arka tarafındaki yeşil alana ulaşıyoruz. Muhteşem doğallıkta yürüyüş yolları tepelere doğru çıkıyor. Bir süre sonra kent manzarası ayaklarımızın altına seriliyor. Yolda karşımıza çıkan keçiler, tavuklar, mantarlar sanki bir köy yolunda yürüdüğümüz hissi uyandırıyor. Oysa ormanın hemen altında yer alan son derece lüks evler ve merkezde pahalı mağazaların bulunduğu şık caddeler, buranın aslında doğallıktan ziyade lüksüyle ön plana çıkan bir yerleşim yeri olduğunu hatırlamamızı sağlıyor.

Yürüyüşümüzü en tepeye kadar sürdüremiyoruz. Ancak yollarda gördüğümüz tabelalardan tepede imparatorluk döneminden kalma yapılar olduğunu anlıyoruz. Rehber kitaplardan öğrendiğimiz kadarıyla Habsburg Hanedanı 1804'ten 1834'e kadar yaz aylarını burada geçirmiş. Ayrıca şehir merkezinde gördüğümüz Casino, Avrupa'nın en büyük kumarhanesiymiş. Bu küçücük kasaba görünümlü yerde hissettiğimiz lüks ve servetin sırrı böylece ortaya çıkıyor.

Yürüyüşümüzü yarıda kesip bir cafeye oturuyoruz. Cafe Noel'in ertesi günü kahvaltıdan sonra kahve içmeye gelmiş yerel halkla dolu. Oturup ısınmaya başlayınca parmaklarımda bir gariplik hissediyorum. Sanki soğukta donmaya başlamışlar ve ben ancak içeri girip sıcağa kavuşunca bunu anlıyorum. Oysa bana kalsa yürüyüşe tepenin sonuna kadar devam ederdim.

Cafe'de saatler boyu oturuyoruz. Kahvaltıdan sonra kahve içmek için gelenler çoktan akşam yemeklerini yemek için ayrılıyor. Dahası masamıza bakan garson da hesabını kapatıp ayrılıyor. Hava iyice karardıktan sonra kalkıp istasyona gidiyoruz. Birkaç durak sonra yine evimizdeyiz. Liesing, Viyana'da.

24 Ocak 2012 Salı

Viyana'da Noel




Viyana'nın en güzel zamanlarından birinin, belki de en güzelinin Noel zamanı olduğunu düşünüyorum. Gerçi baharını ve yazını bilmediğim bir yer için bunu söylemek biraz iddialı olabilir. Ama Türkiye'de havasını soluma imkânı olmayan bir şenliği burada yaşama fırsatı vermesi, soğuk kış günlerini bu şehirde geçirmeye bir anlam katıyor, bu kesin.

Viyanalılar 26 Ekim'de ulusal bayramlarını, 31 Ekim'de Cadılar Bayramı'nı kutluyorlar. Bir pagan inanışı olan Cadılar Bayramı'nı, ertesi gün tüm Katolik Hristiyan dünyasında kutlanan "Azizler Günü" ve sonraki gün mezarlık ziyaretleri gerçekleştirdikleri "Ölüler Bayramı" ile birleştirerek Hristiyanlığa eklemlemeyi başarmışlar. Bu dönem, her markette raflara çıkan koca koca balkabaklarıyla kendini gösteriyor.

Kasım ve aralık aylarında bunların dışında da dükkanların kapanıp insanların tatil yaptıkları günler çıkıyor karşımıza, ama bunların hepsi asıl büyük güne, Noel'e hazırlık.

Noel hazırlıkları kasım ayının ilk günlerinde başlıyor. Ve aralık sonuna kadar geçen iki aylık dönemde büyük bir şenlik havası tüm Viyana'yı sarıyor. İlk hareket Noel pazarlarının kurulmasıyla başlıyor. Büyük meydanlara, saray ve okul bahçelerine, ara sokaklara kurulan ve geceleri ışıklandırılan Noel pazarları kısa süre içinde insanlarla dolup taşmaya başlıyor. Bu pazarlarda en çok satılan şeyler küçüklü büyüklü binlerce çeşit Noel süsü ve hediyelik eşya. Bunun dışında yiyecek içecek standlarındaki çeşit çeşit sosisler, peynirler ve değişik meyvelerden yapılarak kupalarla satılan alkollü ya da alkolsüz punch'lar, bu pazarları gezerken karnı acıkanlara ya da ısınmak isteyenlere ayaküstü atıştırma imkanı sunuyor. Aslında punch içmek burda bir Noel geleneği sayılıyor. Belki de insanlar o soğukta açık havada vakit geçirmeye, ancak içlerini ısıtan bu içki sayesinde katlanabiliyor.

İlk gezdiğimiz Noel pazarı olan Rathaus'takinin ucunu bucağını bulamıyoruz. Hava o kadar soğuk ki bir yandan donuyoruz, bir yandan ayrılmak istemiyoruz. O gün yurda dönerken, geldiğimden beri ilk defa olmak üzere ayaklarımın donduğunu hissediyorum. Rathaus'un dışında Schönbrunn ve Belvedere'in bahçesinde, Viyana Üniversitesi'nin kampusunde, Stephansplataz'ın ve Mariahilfer'in arka sokaklarında da pazarlar kuruluyor. Bir arkadaşım toplam 7 tane pazar kurulduğunu söylüyor ama ben hepsine gidemiyorum.

Gittiklerim içinde favorim Schönbrunn'daki oluyor. Zaten en güzelinin o olduğunu söylüyorlar. Viyana'da en sevdiğim yer olan Schönbrunn'daki pazara birkaç defa gidiyoruz, punch içiyoruz, ufak tefek şeyler alıyoruz. İlk gittiğimizde hava aydınlık, saray bahçelerinde gezip Gloriette'te oturup ısınıyoruz. Sonrakiler Noel'e daha yakın zamanlara denk geliyor ve genelde hava kararmış oluyor. Schönbrunn'un tam önüne, bahçenin orta yerine kocaman ışıklı bir çam ağacı kurulmuş, Noel öncesi ziyaretçilere konserler veriliyor. Bazen o kadar kalabalık oluyor ki standları gezmekte zorlanıyoruz. Hava buz gibi olmasına rağmen insanlar buraya akın ediyorlar.

Son ziyaretimiz Noel'den hemen önceki gün oluyor. Son günleri iyi değerlendirmek istiyoruz, çünkü Viyana'daki ilk ve son Noel'imiz. Bugünler bizde sonrasında güzel hatırlayacağımız anılar biriktiriyor. Schönbrunn'da son kez gittiğimiz Noel pazarından, orman meyveli punch içtiğim saray desenli kupayı hatıra olarak yanıma alarak ayrılıyorum. Ve sonunda aylardır beklenen Noel geliyor. Sanırım Noel beklemek üzerine kurulu bir dönem. Aylarca Noel'in gelmesini bekleyen Viyanalıların, Noel gecesi evlerinde oturup İsa'yı beklediklerini, arada "Almanya üzerinde görülmüş, bu tarafa doğru geliyormuş" gibi söylentiler yayıldığını öğreniyorum. Şaka mı, gerçek mi bilmiyorum. :)

Noel Yemeği

Viyana'da Noel tatili uzun yaşanıyor. Örneğin 16 Aralık günü derslere son veren Viyana Üniversitesi, tatili 9 Ocak'ta bitiriyor. Böyle uzun bir tatil insanlara hem aileleriyle vakit geçirme, hem şehir ya da ülke dışına çıkıp dinlenme olanağı sağlıyor. Bazen Noel yemeği bu uzun tatilin ilk günlerinde yeniyor ve insanlar kalan günleri başka yerlere giderek geçiriyor. Viyana'da kalan aileler ise 25 Aralık'ı birlikte yemek yiyip şarap içerek ve "İsa'yı bekleyerek" geçiriyorlar.

Kaldığım yurt, Noel gecesi memleketine gitmeyen öğrenciler için kantinde Noel yemeği düzenlemiş. Yurdun bağlı olduğu ÖJAB- Haus, ilk kurulduğunda Avusturya'nın başka bölgelerinden Viyana'ya çalışmaya gelen genç işçilerin konakladığı bir kuruluşmuş. Bu sebeple kalanlar Noel'de evlerine gidemez, yurt onlar için Noel yemeği düzenlermiş. Bu durum zamanla gelenekselleşmiş ve kurum öğrenci yurduna çevrildikten sonra da gelenek devam etmiş. Gelenek gerçekten yerleşmiş ki, çoğu Hristiyan olmasa da yurtta kalan herkes bu yemeğe katılıyor. Ama öğrendiğimize göre bu günlerde yurtta kalan 50 kişinin içinde bir tane bile Katolik yok. Zaten yabancılar ekim ayında daha yurda ayak basar basmaz Noel'de gidip gitmeyeceğimi soruyorlar. Bizim ülkemizde Noel kutlanmadığını duyunca çok şaşırıyorlar. Ve sadece bir dönemlik Erasmus öğrencisi olsalar, ocak sonunda temelli dönecek olsalar bile tatil başlar başlamaz pılılarını pırtılarını toplayıp ülkelerine gidiyorlar. Yurtta kalanlar, sadece Müslümanlar ve Noel'i 6 Ocak'ta kutlayan Ortodokslar. Sanırım Ortodoksların da çoğu Balkan ülkelerinden geliyor. Yurdun Türk müdürü "Katolikler gidiyor, biz Müslümanlar her sene böyle oturup İsa'yı bekliyoruz" diye espri yapıyor.

Gece çok güzel geçiyor. Başka bir yurtta kalan arkadaşımızın da katıldığı yemeğe bir saat kalırız diye gidiyor ama altı saatte zor kalkıyoruz. Şarap eşliğinde harika bir muhabbet ortamı yaşıyoruz. Yurdumuzun ikinci kuşak göçmen olan müdürü bize Avusturya ile, Viyana ile, yurt ile, kendi ailesinin göç hikayesi ile ilgili muhteşem şeyler anlatıyor. Burası ile ilgili başka türlü asla bilemeyeceğimiz birçok şeyi ondan, onun hiç sıkmayan sohbetinden öğreniyoruz.

Ve Viyana'da ilk ve son Noel'imizi son derece güzel bir şekilde geçiriyoruz.

15 Ocak 2012 Pazar

Kahlenberg Tepesi - Grinzing





Prater turumuzdan birkaç gün sonra biraz daha kuzeye gitmeye ve Kahlenberg Tepesi'ne çıkmaya karar veriyoruz. İlk durağımız "heurigen" denilen şarap üreticileriyle ünlü Grinzing. Grinzing'e Schottentor durağından 38 numaralı tramvaya binilerek gidilebiliyor. Burası Viyana'nın merkezinden tamamen farklı, küçücük bir Avrupa kasabası havası taşıyan çok sevimli bir bölge. Hava kararmadan Kahlenberg'e çıkmak istediğimiz için Grinzing'te çok oyalanmıyoruz ama aklımız da orada kalıyor. Bu sevimli yeri dönüşte dolaşmak üzere aceleyle Kahlenberg'e giden otobüse atlıyoruz.

Aralık sonlarında Kahlenberg Tepesi'ne çıkan yollara ilk kar düşmüş. Hava da çok soğuk. Aslında tepede yürüyüş yolları var ama buz gibi havada yürüyüş yapma imkanı yok. Onun yerine kiliseye şöyle bir göz atıyoruz, seyir terasından Viyana manzarasını izleyip cafelerden birine giriyoruz. Kahlenberg tarih kitaplarında, Viyana Kuşatması sırasında Türklerin Viyana'ya en çok yaklaşabildiği bölge olarak yer alıyor. Tepedeki kilise bugün hala ziyaretçilerine Türklerin Viyana yenilgisini hatırlatıyor.

Kahvelerimizi alıp manzaraya karşı bir masaya oturuyoruz. Günler o kadar kısa ki biz oturup kahve eşliğinde sohbet ederken kısa süre içinde hava kararıyor. Çevrede çok sayıda Türk turist var. Hava kararırken ziyaretçiler de yavaş yavaş cafeleri boşaltıyor. Mekânın kapanmasına yakın son bir kez tepeden Viyana'nın ışıklarına göz atıp kalkıyoruz. Karşıda Schönbrunn'daki Gloriette'in ışıkları parlıyor.

Şimdi Grinzing zamanı. Noel için süslenmiş karanlık sokaklarda dolaşıyoruz, akşam yemeğimizi yemek için meyhanelere bakıyoruz. Sonunda bir tanesine giriyoruz. Birbiriyle bağlantılı çok sayıda odadan oluşan mekânda geleneksel kıyafetler giymiş garson kızlar servis yapıyor. Gruplar halinde gelmiş Japon turistlerin yanı sıra yöre halkı da şarap eşliğinde yemeklerini yiyor. Biz de oturduğumuz kocaman tahta masada ev yapımı beyaz şarap içerek şinitzellerimizi yiyoruz.  Biraz sonra canlı müzik başlıyor. Müzisyenler masa masa dolaşarak şarkılar söylüyorlar. Yemek, şarap ve müzik eşliğinde çok güzel bir Grinzing gecesiyle Kahlenberg turumuzu tamamlıyoruz.

13 Ocak 2012 Cuma

Prater Dönme Dolabı




Öyle güzel bir aralık sabahı ki, okulun kütüphanesine gitmek için dışarı çıktığımız halde vazgeçiyoruz ve geldiğimden beri bir türlü gidemediğim Prater'deki dönme dolabı görmeye karar veriyoruz. Praterstern'de trenden iniyorum, arkadaşlarımla buluşuyorum ve istasyondan çıkıp Viyana'nın en ünlü lunaparkını gezmeye başlıyoruz. 

Vikipedi'den edindiğim bilgiye göre, içinde bulunduğumuz bölge 1162'den beri Pratter adıyla biliniyor ve önceleri av alanı olarak, 1766'dan de beri halkın dinlenebileceği park alanı olarak kullanılıyor. Bugün bi kısmı dinlenme alanı olan bölgenin büyük bir kısmı da orman olarak korunuyor. Daha önceleri çok defa uzaktan gördüğüm, gece ışıklarını izlediğim meşhur dönme dolabı ilk defa yakından inceliyorum. Dönme dolap 1896 yılında İmparator 1. Franz Joseph'in tahta çıkışının 50. yılı anısına yapılmış. 2. Dünya Savaşı'nda hemen hemen tamamı yok olan bu meşhur simge 1947'de tekrar hizmete açılmış.

Her ne kadar dönme dolabıyla ünlü olsa da lunaparkta başka eğlence araçları da olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Kışın ortasında bile güzel havayı fırsat bilen insanlar gezmeye, çocuklarını eğlendirmeye gelmişler. Dönme dolaba binen, büfelerde atıştıran insanlar ortama hareketlilik katıyor. Bahar ve yaz aylarında buranın nasıl olacağını merak etmeden duramıyorum.

Nedense dönme dolaba binmeye çok hevesimiz yok. Biri hadi binelim dese diğerleri de ona uyacak ama en istekli olan benim, bendeki istek bile belli belirsiz. Biz de boş verip çevreyi dolaşmaya çıkıyoruz. Tuna'nın çok yakınındayız ve Tuna şehirden o kadar uzak, günlük hayatın o kadar dışında ki, biz günün kalan kısmını nehir çevresinde geçirmeyi tercih ediyoruz. Saatler boyu süren Tuna nehri çevresi gezisi, Viyana'da geçirdiğim en güzel günlerden biri olarak hafızama kazınıyor.

Hundertwasser Evleri




Daha önce bir kere gitmeye yeltendiğimiz, ancak yerini bulmakta zorlandığımız, sonra da hava karardığı ve soğuduğu için vazgeçtiğimiz Hundertwasser evlerine, kasımın son günlerinde yakaladığımız açık ve güneşli havayı değerlendirmek amacıyla gidiyoruz. Viyana'da gitmesi en karmaşık turistik simgelerden biri olan bu evlerin yol tarifi şöyle: Trenden Landstrasse'de inip yukarıya çıkınca önce sola, İnvaliden Strasse'de tekrar sola, ileride Marxergasse'de, ikinci soldan Bechardgasse'ye, ilk sağdan Kegelgasse ve doğruca Löwengass ile kesiştiği köşede Hundertwasser Evleri!

Hundertwasser evleri, tarihi ve son derece gösterişli binalarına tezat olarak, şehrin merkezi olmayan yerlerinde sık sık göze çarpan toplu konutlarıyla aklımda yer eden Viyana'da, toplu konut gerçeğine getirilen yaratıcı bir fikir olarak göze çarpıyor. Güçlü bir sosyal demokrat geçmişe sahip Viyana'da çok sayıda toplu konut, aynı zamanda bu toplu konutları sanat eserine dönüştürecek nitelikte sanatçılar bulunuyor.

Ancak bu durumun genel bir uygulama olduğunu söylemek olanaksız. Her ne kadar bu evlerde insanlar yaşasa da bu yaratıcı yaklaşım benzerleri için çok da esin kaynağı olmamış. Onun yerine bu evler Viyana'nın turistik simgelerinden biri haline dönüştürülerek turist pazarına açılmış.

Şehrin kuzeyinde yer alan evlerin dış cephesinde her daire asimetrik çizgilerle birbirinden ayrılmış, farklı renklere boyanmış, değişik pencerelerle süslenmiş ve hem cephesindeki hem çatısındaki bitkilerle yeşillendirilmiş. Ortaya gerçekten her ayrıntısı dikkatle incelenecek bir sanat eseri çıkmış.

Binaların içine insanlar yerleşmiş, dışı da kafelerle ve dükkanlarla dolu bir turizm alanı haline dönüştürülmüş. Evlerin içi doğal olarak ziyarete kapalı olduğu için dışını inceleyip çevresini gezdikten sonra karşısındaki çarşıyı dolaşıyoruz. Çok hoş hediyelik süs eşyaları var, ancak çok pahalı. Zaten pahalı olan Viyana'nın genelinden de pahalı.

Çevrede bir müddet dolaştıktan sonra Tuna yakınındaki Hundertwasser Müzesi'ne gidiyoruz. Müzenin bahçesi çok güzel. Yazın kafeye dönüştürülen alanda mevsim itibariyle kimseler yok. Müzeyi gezmeyip iç mekandaki kafede oturuyoruz. Sessiz, sakin, huzur verici.

Viyana'nın modern simgelerinden birini yaratmış olan bu ilginç adamın hayatı ve çalışmalarıyla ilgili detaylar bulabileceğimiz müzeden, ilerde bir gün tekrar ziyaret etme amacıyla ayrılıyoruz. Untere Weißgerberstraße 13 adresindeki müze, pazartesi günleri ziyaretçilerine indirimli giriş imkanı sunuyor.